Sabah sabah 5 sularında, Silivri’den Kilyos’a, Yalova’dan Şile’ye, Gebze’den Alibeyköy’e kadar İstanbul’un içindeki ve çevresindeki tüm tepelerden 5 yüz bin hoparlörle Beşinci Senfoni çalmaya başlasa...
Ve Marmara’dan, Boğaz’dan, Karadeniz kıyılarından; her rengin bin nüansında ışıklanmış, 50 bin fıskiye, göklere doğru bin metre boyunda fışkırmaya başlasa...
O gece bebeği olanlar beyaz; o gece ölüsü olanlar lacivert; o gece aşk mutluluğu yaşamışlar kırmızı; o gece hastası olanlar sarı; o gece aç yatmışlar yeşil havai fişekleri uçursalar göklere...
Ve Marmara ufuklarından yine göklere doğru yükselen 50 bin ekranda, Genç Osman’ın can vermeden yarım dakika önceki bakışları görünse.
Bendeniz de o sırada, bir sabahçı kahvesinde patlıcan fiyatlarını tartışarak çay içsem...
Sabah saat 5 sularında, 20 milyon yaşamı sarmalayan böylesine görkemli bir atmosfer içinde; hepimizin kaç bin yıldan miras aldığımız vıdı vıdılı hamam böcekliğimiz, belki sona ererdi...
Belki de İNSAN yeryüzüne, sabahları bir saat yürüsün ve Beşinci Senfoni’yi dinlesin diye gelmiştir...
Belki de patlıcan fiyatlarının giderek artması, bu 2 işlevi yeterince yerine getirmeyişimizdendir...
Olur mu öyle şey? Hani olabilir de... Niye olmasın?
Sabahları bir saat yürümek ve Beşinci Senfoni’yi dinlemek için dünyaya geldiğine inanmışlar arasında, patlıcan fiyatlarının bu kadar hızlı arttığına hiç rastladınız mı?
Saçma bir yaklaşım...
Üstümüze ağırlık basınca, yüreğimiz sıkışınca, nazara bağladığımız anlamsız huzursuzluklara düşünce, çeşitli dualar bilen kişilere kendimizi okutmamız nasıl bir yaklaşım?
Şimdi artık kim okutuyor ki kendini?
75 milyonluk toplumda en az 30 milyon için hala geçerlidir bu gelenek...
Ha sabahları bir saat yürüyüşle Beşinci Senfoni’yi dinlemek için dünyaya geldiğine inanmak; ha kendini okutmak...
Bu iki değişik inancın hiç mi kancası yok birbiriyle?
Yok tabii...
Haydi canım, olur mu öyle şey... Var tabii...
Var da, üstünde duran olmamış.
Kişi, yan bilincinde durmadan tırnak çıkaran eziklikle suçluluk duygularının kahredici tümörünü, biraz da kendi fiziğine karşı yaptığı haksızlıklar ve saygısızlıklarla kendi büyütür.
Kendini okutarak rahatlamak; her sorunu bir yana bırakarak, kendi fiziğine karşı ilgi göstermeye kalkmanın ve ona karşı görevini azıcık olsun yerine getirdiğine inanmanın bir sonucudur...
Doktora gidip, kendine karşı olan sorumluluğu, doktorun üstüne yıkınca duyulan hafifleme de öyle...
Sabah yürüyüşlerinde de böyle bir sorumluluğu yerine getirmenin lezzeti vardır... İnanın, Beşinci Senfoni’yi dinlemekte de öyle...
Kim anlasın o “dan dan dan daaaan”... dan.
Pek öyle değil...
Beethoven onu yazdığı zaman:
- Kader kapıyı böyle çalar, demiş.
O senfoniyi hiç dinlememişler bile, birkaç kez dinleyince, çok değişik şeyler hissetmeye başlarlar içlerinde...
Ancak bir yalnızlık akşamında ve tek başına dinlemek gerekir o senfoniyi... Hem de ses volümlerini sonuna kadar açarak...
Öyle müzikler, 2 kişi dinlenmez...
Bir yalnızlık akşamında tek başına... Ses volümünü de sonuna kadar açarak...
- Azıcık kıs şunu, diyecek birinin olmadığı bir boşlukta..
Ve o zaman inanır İNSAN ki, belki de dünyaya Beşinci Senfoni’yi dinlemek için gelmiştir...
Bir sabah yalnızlığında Istranca ormanlarında bir saat yürüdüğü zaman da inanır buna... İnanır ki, belki de dünyaya her sabah ıssız ormanlar içinde bir saat yürümek için gelmiştir...
Yüreğinde sıkışıklık hissedince, gidip kendini okutmak da, bundan çok uzak bir şey midir? Kendi fiziğine onu unutmadığını, ona nankörlük etmediğini kanıtlamanın kozmiklerinde dolanır hepsi de...
Ve İNSANIN fiziği böyle bir ilgiyi çok cömert öder... Birden sahibini, tatmadığı mutluluk boyutlarına, tatmadığı büyülerin derinliklerine, tatmadığı huzurların zindeliğine götürüverir...
Belki de sabahları bir saat yürümek ve Beşinci Senfoni’yi dinlemek için gelmişizdir dünyaya...
Onun farkında değilsek, o zaman da yüreğimiz sıkışınca, kendimizi okutmak için...
Ve herhalde durmadan artan patlıcan fiyatlarından yakınmak için değil...