İzlediğim en etkileyici belgesellerden biriydi, ‘McQueen’.
Belgesel büyük bir ustalıkla hazırlandığı için ve film harika olduğu için değil, tamamen ana karakter Alexander McQueen’in yeteneğini sergilediği için.
Ian Bonhôte ve Peter Ettedgui, ‘McQueen’ belgeselini yapmaya karar verdikleri zaman önce yakınları tarafından Lee diye bilinen Alexander McQueen’in ailesinden yardım istiyor ve acıları 8 yıl sonra hâlâ çok taze olduğu için ‘Hayır’ cevabını alıyor.
Daha sonra bugün hâlâ büyük modaevleri arasında yer alan Alexander McQueen markası yönetiminden yardım istiyorlar, onlar da ‘Hayır’ cevabını veriyor.
Sonuçta, McQueen ile ilgili yapılacak bir belgeselde özel hayatının belli bir bölümünün öne çıkarılacağından ve yeteneğine, işine yeterince saygı duyulmayacağından korkuyorlar.
Yine de Ian Bonhôte ve Peter Ettedgui yılmıyor, onların fikri McQueen’i ve bütün değerli moda tasarımcılarını sürekli strese sokan moda haftalarını defileler üzerinden anlatmak.
Sonuç, görüştükleri kişilerin güvenini kazandıkça McQueen çevresinden daha çok kapı açılıyor.
Lee, annesinin “Sen her şeyi yapabilirsin, bak Savile Row’da terzi arıyorlar, kapılarını çal, en kötü hayır derler, ama ya evet derlerse...” demesiyle kendini bir atölyede buluyor.
6 kardeşler, babası taksi şoförü, annesi ev kadını, imkânları kısıtlı.
Lee, çeşitli atölyelerde terzilerden çok şey öğreniyor.
Sonunda da Central St. Martins’e yaptığı elbiseler elinde başvuruya gidiyor.
Okul parası yok, yeteneğini gören yöneticiler olumlu bakıyor ama yine de teyzesi biriktirdiği parayı Lee’ye vermeyi teklif edince okula başlayabiliyor.
Okulda koleksiyonların bir hikâyesi olması gerektiğini öğreniyor.
Daha 27 yaşında Givenchy’nin kreatif direktörü oluyor, bu işi sevmeden, sadece kendi modaevini devam ettirebilecek parayı kazanabilmek için yapıyor.
“Peki ama senden sonra Alexander McQueen markası ne olsun istersin, öleceğini bilsen markanı ne yaparsın?” diye soruyor bir arkadaşı.
Lee’nin zaten sürekli ölümü düşündüğünden, AIDS hastalığına yakalandığından habersiz.
Malum artık AIDS’in tedavisi var, ama Lee’nin asıl atlatamadığı, çocukken yaşadığı taciz ve annesinin ölümü oluyor.
Yine de soruya son derece dürüst cevap veriyor: “Benden sonra yaşamasını istemem, kapatırım.”
Çünkü Givenchy gibi başkasının kurduğu bir markada kreatif direktörlük yapmış biri olarak tecrübeli, kendi markasını sevmeyen birine emanet etmek istemiyor.
Gelin görün ki geçen yıla kadar Alexander McQueen markasının başında, Lee’nin intiharından kısa bir süre sonra Kate Middleton’ın gelinliğini tasarlamasıyla da çok konuşulan, markanın ilk stajyeri ve daha sonra Lee’nin sağ kolu da olan Sarah Burton vardı.
Ama Lee için asıl başarı kendi moda markası değil, genç yetenekleri desteklemek için 2006’da kurduğu vakıf: Sarabande Foundation’dı.
Alexander McQueen’in vakfı Sarabande’nin direktörü Trino Verkade ile tam 7 yıl önce Soho House İstanbul’da bir partide tanışmıştım.
“Yakalamayı umduğumuz duygu, 1990’ların başlarında Londra’da, her kökenden ve ilgi alanından yaratıcı bireylerin birlikte çalıştığı ve birlikte çalışmaya inandığı zamanlara dayanıyor. Yardım etmek ve paylaşmak, Sarabande’nin iş ve mentorluk katmanının kalbinde yer alan kavram” diyor Tina.
Şimdi Londra Selfridges’ta ‘House of Bandits’ başlıklı bir pop-up’la karşımıza çıkıyor Sarabande.
23 Mart’a kadar devam edecek pop-up’ta genç yeteneklerin sanat eserleri, tasarımları ve atölyeleri görülebilecek.
Ayrıca Thom Browne, Francesca Amfitheatrof, Tim Burton ve Jake Chapman’ın eserleri de satılacak ve satış gelirlerinin tamamı vakfa ve sanatçılarına destek sağlayacak.