Şahin ALPAY
Geçen hafta bu köşede çıkan yazılarıma ara verdim. Çünkü 15 - 26 Ekim günlerini
Milliyet adına
Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve
Polonya 'nın başkentlerinde geçirdim.
Budapeşte, Prag ve
Varşova 'ya yaptığım ziyaretlerin başlıca amacı, doğuya doğru genişlemenin birinci halkasında
Avrupa Birliği 'ne katılmak için hazırlanan üç ülkenin
"1989 Devrimi" nden bu yana geçirdikleri dönüşümü yerinde görmek ve incelemekti. Bu çalışmanın sonuçlarını önümüzdeki hafta bir dizi yazıda
Milliyet okurlarının dikkatine getireceğim.
Budapeşte 'ye ilk kez bundan tam on yıl önce, o zamanların
Çekoslovakyası 'ndan dönüşte uğramış, bir Eylül gününü geçirmiştim. O sıra Rusya'da
"muhteşem dönek" Gorbaçov iktidardaydı; Doğu Avrupa'da herşeyin eskisi gibi olmayacağına dair işaretler yok değildi. Ama kimse
"domino teorisi" nin burada gerçekleşeceğini, Avrupa'daki komünist rejimlerin birbiri ardına devrileceğini kestiremiyordu. Doğrusu ben de, komünist rejimlerin halkları için tam bir felaket olduğuna çoktan karar vermiştim, ama bu kadar çabuk devrilip gideceklerine ihtimal vermiyordum.
1987'deki ziyaretimde, kentin batı yakasını oluşturan
Buda 'nın yüksek tepelerinden baktığımda
Duna (Tuna) nehrinin ve kentin doğu yakası
Peşte 'nin manzarası beni mest etmişti. Bu kez de öyle oldu. Ama bu kez Peşte kıyısındaki, Britanya'nın Westminster'ini andırır parlamento binasının tepesindeki koca kızıl yıldızın yerinde yeller esiyordu. 1990 yılında bir helikopter operasyonuyla, bir daha dönmemek üzere götürüldüğünü öğrendim. Tarihi parlamentonun hemen yanındaki
Macaristan Komünist Partisi genel merkez binası da şimdi milletvekillerine çalışma mekanı olarak tahsis edilmiş. Budapeşte'de
"eski rejimi" hatırlatan pek az şey kalmış.
Budapeşte on yıl öncesinin kendi kendine küskün, üzerine ölü toprağı atılmış kenti değil. Cıvıl cıvıl canlı bir yer. Hele ünlü
Vaci Caddesi ve civarı... Geceleri kentin sokaklarında yürüdüğünüzde; Peşte kıyısından, mesela
Roosevelt Meydanı 'ndan bir inci gerdanlık gibi aydınlatılan
"Zincirli Köprü" ye ve
Buda Kalesi 'ne baktığınızda, iyice hissediyorsunuz ki Budapeşte'ye özgürlüğün havası iyice sinmiş.
On yıl önce Budin'de
Bektaşi Dedesi Gül Baba 'nın türbesinin varlığından haberim yoktu. Olsaydı ve arasaydım da bir yıkıntıdan başka bir şey bulamayacaktım. Oysa şimdi,
Mescet (Mescit), Török (Türk) ve
Turban (Türban) sokaklarının kesiştiği yerdeki, Türkiye hükümetinin desteğiyle onarılan
Gül Baba Türbesi, Buda'nın en görülmeye değer yerlerinden biri. Hele biz Türkler için.
Yoksa Budin'de 1541'den 1686'ya tam 145 yıl süren Osmanlı döneminden geriye kalan
Sokollu Mustafa Paşa 'nın yaptırdığı ve hala kullanılan birkaç hamam dışında bir iz yok. Budin Kalesi'ni gezdiren turist rehberi, Türk egemenliği sırasında kale içindeki binaların nasıl bir çöküntü yaşadığını anlatıyor.
Ama Budapeşte'de Türklük yine sıcak bir
hava estiriyor. Kaldığım otelin çalışanı
İstvan 'ın gözleri Türk olduğumu öğrenince ışıdı; turist olarak gittiği Antalya'ya bayıldığını anlattı. Ehven lokantalar ve taksiler için kopya verdi. Dışişleri bakanlığında beni karşılayan görevli,
"Cebimde elma var" cümlesinin dillerimizde aynı anlama geldiğini söyledi.
Yemek yediğim müzikli restorandaki kemancı
"Macarlar ve Türkler kardeştir" dedi.
Bizim basından öğrendiğime göre, Türk ve Kürt mafyaları
Viyana 'dan sonra şimdi Budapeşte'nin yeraltı dünyasına egemen olmak için savaşıyor. Çok şükür, ben bunun izleriyle karşılaşmadım. Ama Sayın Başbakanımız, muhalefet lideri iken yaptığı Budapeşte ziyaretinde bu kavganın tezahürleriyle burun buruna gelmişti.
Yazara EmailS.Alpay@milliyet.com.tr