Oğlumla ilgili bir sağlık sorunuyla ilgili birazcık bilgi sahibi olabilmek adına, internet üzerinden araştırma yapmak gibi bir gaflete düştüm. İçine girdiğim dünya, adeta içinden çıkılmaz bir hal alınca, nasıl terk edeceğimi bilemedim! Herkes deneyimini paylaşıyor, özel reçeteler veriyor, sonuçları konusunda kesin ve net cümleler kurarak, beşlik simit gibi arkalarına yaslanıp kurulmuyorlar mı, deli oluyorum! Azıcık kansam, oturup not alacağım, ve derhal uygulayacağım. Ancak medyada okuduğumuz onlarca ölüm, onlarca sağlığını yitirmiş kişi hikayesi hep böyle başlıyor; “internet üzerinden görmüştüm”, “zararsız sanmıştım”…
Son yıllarda sağlık üzerine yapılan haberlerin incelendiği, doğru ve yanlışların belirlendiği, internet haberciliği içerisindeki sağlık haberciliği ve sosyal medyadaki sağlık haberciliği konularında çalıştaylar, workshoplar yapılıyor, hepsi de şahane şeyler söylüyor. Evet her şeyden önce biz annelerin, büyüklerin ya da vatandaşların sorumluluğu var. Bilgi edinirken nereden olduğuna dikkat etmeliyiz. Referanslara bakmalıyız. Uyanık olmalıyız! Peki ev sahibinin hiç mi suçu yok! Var elbette… bu haberi yapanlar, onaylayanlar, servis edenler, sosyal medyaya
Eskiden, öğle yemeğini yiyip de kendimi sokağa nasıl attığımı bilemezdim. Yazın o kavurucu sıcağında, koşmaktan dilim dışarı çıkmış halim geliyor da gözümün önüne, su içmek için mola vermezdik ki… Gece yarılarına kadar evin önünde mahalle arkadaşlarımla yakan top, istop, ip atlama, ayı gördüm, misket…. Ne kadar oyun varsa oynardık… Kız oyunu erkek oyunu diye bir şey yoktu. Öyle ki, ben o dönemlerde bir kadın erkek ayrımının farkında bile değildim. Öyle hoşlandığımız çocuk ya da kız diye bir şey yoktu yani. Benim için Soner vardı, Küçük Murat vardı, Büyük Murat vardı, Fuat vardı, Can vardı, İlker vardı, Taner vardı. Onlar için de ben… Haa bir de Hava, Emel, Filiz, Rabia, Fatma, Şengül vardı. Kimsenin kalbi çarpmazdı birbirini görünce, dili tutulmazdı. İsmi garip olduğu kadar da keyifli olan “ayı gördüm” oyununu oynarken söylediğimiz “misafir ol gel bana, börekler açarım sana” marşını icra ederken biz, karşı tarafın “akşam oldu, penceremde, solgun rüzgar esiyor renkler suskun” sözleriyle süslenmiş o güzelim Nilüfer şarkısını patlatması dillere destandır bizim oralarda. Mahalledeki tüm kız ve erkek çocuklarının toplanıp da dans grubu kurmasıyla başlayan “aboneyim abone, biletleri
Aslında bu yazı, biraz öz eleştiri, biraz öğüt, biraz deneyim ve biraz da kaygı taşımakta. Ne söylemeye çalıştığımı yazıyı okudukça anlayacak, anladıkça içerisinde kendinizden bir parça bulacaksınız. Farkında olmadan hayatımızı isticar ettiğimiz sosyal medyaya, çocuklarımızı nasıl da “fon” yaptığımızı farkedince, “eyvahların” desibeli, patlatacak beyinlerimizi!
Efendim, kimi zaman kibar kibar, kimi zaman adabına uygun bir biçimde kimi zaman da klavye şövalyeleri gibi paylaşıp duruyoruz, mahremiyetimizde ne varsa sosyal medyada… özgürlük alanımız içerisinde, herhangi bir koşulla sınırlamıyoruz, zorlamıyoruz, düşünce ve davranışlarımızı özgürce yayımlıyoruz. Ha ben çok da kendimiz olduğumuzu düşünmüyorum, o ayrı! Orada başka bizler var. Sen, ben, o… kim varsa haber kaynağına düşen, gösterdiği şey var olanının kendisi değil çoğu zaman… Lakin konumuz bu değil aslında!
Evet eleştiriyorum, kendimi de eleştiriyorum! Ancak lafım işi şirazesinden çıkaracak kadar körleşmişlere, çocuklarının bedenlerini kendine fon yaparak çektirdiği fotoğrafları paylaşanlara. Açın interneti, onlarcasına rastlarsınız… Güya çocuğunu çekip koyuyor ancak başrolde kendisi! Amacı belli; "beğenilme
BAYRAM DA EL Mİ ÖPECEM?
Evet evet, el öpmenin sıhhi olmadığından tutun da bir Ortadoğu adeti olduğuna kadar onlarca bahanelerle Bayramlarda büyüklerimizin elini öpme geleneğimiz neredeyse unutuldu.
“El öpmekle ağız aşınmaz” diye çok güzel bir atasözümüz var; asıl anlamı ısrarcı olmak bazen işlerimizi yoluna koyabilir tadında bir şey; teşvik ediyor, yönlendiriyor insanlığı bir anlamda rica etmeye belki yalvarmaya… Ama gerçek manasıyla düşünüyorum ve el öpme ile ağzımızın aşınmayacağını biliyorum. Neden mi?
Bayram öncesi, sandıklardaki toz tutmuş yazılar, maniler, öğütler çıkar ya ortaya, biz yazar-çizerler hemen sarılırız ya, “nerdeee o eski bayramlar” adlı kurtarıcımıza. Yok, bugünkü yazım böyle bir içerik taşımayacak emin olun. Herkesin bayramları çok güzeldir, çünkü çocukken her şey çok güzeldi
hepimiz için öyle değil mi? Ağaca çıkmak, ip atlamak, top oynamak… nasıl lezzetliydi, bayramda şeker toplamak, kapı kapı dolaşmak. Yakınmayacağım, her yaşın her dönemin ayrı güzelliği olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle, eski, tozlu ve gözyaşı kokan bir yazı olmayacak sizi temin ederim.
Her şey, bir hikaye okumamla başladı bugün aslında. “Savaş gazisi bir genç ülkesine dönmeden önce, ailesini
Merhaba,
“Çalışan Bir Annenin Günlüğü” ile bundan böyle deneyimlerimi ve fikirlerimi Milliyet Gazetesi çatısı altında sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Tavsiyelerin hiçbirisi sıradan bir reçete değildir, hepsi denenmiş gerçek ürünlerdir.
Günlerdir kendime gelememiştim, ya ben bir bilgisayar oyununun içerisindeki bir figürandım yahut amana düşmüşlerin acziyetini yaşar gibiydim. Bağr-ı veran ve de feveran hallerinden çıkmaya çalışıyorum resmen. Birazdan bahsedeceğim konu eminim sizi de böylesi bir acziyete düşürecek. İzlediği çizgi filmden etkilenerek balkona çıkıp, hayal kahramanları gibi uçacağını düşünerek kendini boşluğa bırakan 6 yaşındaki yavrucağın annesinin yerine koydukça kendimi, nasıl iyi olayım? Düşünün ki, onca emek vererek dünyaya getirdiğiniz evladınız çizgi film izliyor, sonrasında onlar gibi olacağını düşünüyor. Böylesi haberleri okuyoruz sıkça, düşündükçe delirecek gibi oluyorum. Ben bir anneyim ve izlediği filmlerden, çizgi filmlerden etkilenen bir çocuğun annesiyim, O sebeple içinde bulunduğum ziyan düşünceler bana hak!
Oğlum Toprak 5 yaşını henüz geçti, çalışan bir anne olarak ve eminim hepinizin yaptığı gibi, işten koştur koştur eve geldiğimde, azıcık