İzmir’de doğdu ama çocukluk ve gençliği Fransa’da geçti. Fransa’da okudu ve tiyatro yapmaya başladı. Kader onu önce bir temsilde kendisini izlemeye gelen Ferzan Özpetek’le tanıştırdı. Ferzan Özpetek’in “Harem Suare” filminin kamera arkası ekibine aldığı Cansel Elçin’i Türkiye’ye getiren ve ünlü olmasını sağlayan isim ise geçen ay aramızdan ayrılan Tomris Giritlioğlu oldu. “Kırık Kanatlar”la çıktığı yolda oyuncu, hep üstüne koydu ve hiçbir sansasyona karışmadan sadece işini yaparak zirvede kaldı.
Cansel Elçin, bu günlerde daha bir heyecanlı, daha bir mutlu…
Bunun birinci nedeni Zeynep Tuğçe Bayat’la dört yıllık evli olan oyuncu, yakında baba olacak. Stephen King’in ünlü romanı “Misery”den uyarlanan oyunla tiyatroseverlerin karşısında olması. Oyuncu “Misery”nin aynı zamanda çevirmeni. Cansel Elçin’le sadece keyifli değil, havalı bir röportaj yaptık. Çünkü oyuncuyla panoramik İstanbul manzarasıyla 200 metre yükseklikteki Emaar’ın 47’nci katındaki Skyview’de buluştuk.
- “Misery” seyirciyle buluştu. Geri dönüşler nasıl?
Çok güzel geri dönüşler alıyoruz. “Oyunun çok güzelmiş. Ben de gelmek istiyorum. Bir dahaki sefere nerede oynuyor?” diye soruyorlar, oradan anlıyorsun oyunun gerçekten beğenildiğini. Ali Abi sen de biliyorsun tiyatronun en büyük reklamı kulaktan kulağa yayılması. “Misery” oyunuyla da bunun gerçekleştiğini düşünüyorum. Oyun aslında tür olarak zor ama başardığımızı düşünüyorum.
- Stephen King’in aynı adlı klasik romanından sinemaya uyarlanan “Misery”, o dönem büyük ilgi görmüştü. Gerilim yakın olduğunuz bir tür mü?
Gerilim sevdiğim bir tür ve içinde bir felsefesi de olunca daha da çok ilgimi çekiyor. “Misery” de adamın en top noktasında yaratıcılığını tetikleyen bir şey lazım ona ama farkında değil tabii… Yerin dibine giriyor, kadın bunu evine kilitliyor ve ona şiddet uyguluyor. Ölüm kalım mücadelesi verdiği andan itibaren de en büyük yaratıcılığı ortaya çıkıyor. Konfor başarıyı maalesef sevmiyor. Evet, konfor tembellik. Adam orada zaten farklı bir şeyler yapmak istemiş, yazdığı hikâye bir kitap sadece. Şöhretli biri yerine değerli bir insan olmak çok daha önemli değil mi? Çok şöhretli insanlar oluyor ama ölünce unutuluyor, değerli insanlar unutulmuyor.
- Popüler bir eserden uyarlanması oyunu yorumlarken işinizi kolaylaştırdı mı? Yoksa tam tersi mi?
Yani “Misery” filmini aynı birebir yaparsın ama burada en önemlisi yönetmen Kayhan Berkin’in kafasındaki “Misery” nedir acaba? Filmi izlemiş olanlar “Acaba nasıl yapmışlar?” diye düşünürken eseri bilmeyenler oyundan sonra, “Bir de filmini izleyeyim,” dediği andan itibaren sen kazanmış oluyorsun. Film Oscar aldığı için bizim kuşak tarafından biliniyor ama yeni neslin “Misery” hakkında bilgisi yok. Kitabı neredeyse hiç okunmadı. Çünkü çok farklı bir anlatımı var. O yüzden bu zor, oyunun üstesinden gelebilmek için bu yaz sürekli provalardaydık. O kadar milimetrik çalıştık ki! İzleyenler de söylüyor “Oyunda çok emek var,” diye.
“Oğluma yaşama sanatını öğreteceğim”
- Dünyaya geldiği andan itibaren artık her şeyiniz çocuğa endeksli olacak ama bu sizi korkutmasın. Çünkü bana göre dünyanın en büyük mutluluğu çocuk.
Zaten biz artık gittiğimiz yerlerden sıkıldık biraz da çocuk götürsün bizi yerlere…
- Nasıl bir baba olmayı hayal ediyorsunuz? Ben ne hayal edersem edeyim, muhtemelen öyle olmayacak hiçbir şey. Bu yüzden hayal etmiyorum. Hayatımda da öyleyim. Şöhretli bir insan olmak için yola çıkmadım. Değerli bir insan, iyi bir aktör olmak ve iyi işler yapmaktı hedefim. Kültürlü olmak için, dünyayı gezmek için ve bu hayatı dibine kadar yaşamak için... Yaşamak bir oyun gibi, biz de bu oyunun içinde rolümüzü oynuyoruz. Oğluma ben ne verebilirim? Ona iki şey vereceğim: Birincisi sevgi. İnanılmaz şekilde seveceğim, sevgi nedir onu öğreteceğim. Paylaşım, bonkörlük, saygı ve bizim için ne değerliyse onları öğreteceğim.
İkincisi oynayacağım… Onunla sürekli oynayacağım… Her türlü oyun; spor, beyin oyunları… Gerçekten de yaşamak bir sanattır ve herkes beceremez. Onu bu yaşama hazırlayacağım ve kendi karakterinin oluşmasını sağlayacağım. Becerebilecek miyim bilmiyorum, ama elinden geleni yapacağım.
“Çok film ve tiyatro izler, kitap okurum”
- Cansel Elçin kendini nasıl besler, olmazsa olmazları nelerdir?
Çok film izliyorum. Eskisine oranla azalsa da hâlâ film izleme alışkanlığım sürüyor. 1994 ile 1998 arası günde üç film izliyor ve günde bir kitap okuyordum. Çok tiyatro oyunu izlerim. Fransa’da ilk sahneye çıktığım gün anladım ki benim çok iyi bir oyuncu olmam için çok bilmem gerekiyor. Bunun için de çok çalışmanız, okumanız ve araştırmanız lazım. Artık bir senaryoyu okuduğumda biliyorum ki bu sahne şu filmden alıntı. Repertuvarım çok geniş ve çok birikimim var bu alanlarda.
“Eşim inanılmaz bir kadın ve çok güçlü!”
- Eşiniz bebek bekliyor? Hamilelik sizin açınızdan nasıl geçiyor?
Aşeriyor ama o kadar değil. Gece ikide uyandırıp, “Bana mango al” demiyor. Bazı şeyler canı çekiyor, ben de onları almaya çalışıyorum. Bebek büyüdüğü için (yedi aylık) daha çok yemek yiyor. Şunu bilmiyordum, bebekler doğum yaklaştıkça ayda 1 - 1.5 kilo alıyormuş. O yüzden de anne son aylarda daha çok yemek yiyor. Eşim inanılmaz bir kadın. İnanılmaz güçlü. Hamilelik döneminde şu anda bile ‘Kimler Geldi Kimler Geçti’ dizisinin çekimlerinde. Sabah uyandı ve gitti. Kadınlar gerçekten de çok güçlü. Biz erkeklerin kadınların karşısında büyük bir saygıyla eğilmemiz lazım. Ben de bu aşamada eşime yemekler olsun, kıyafetler olsun yardımcı oluyorum. Eğilemiyor, ayakkabılarını giydiriyorsun. Merdiven çıkmasına, otomobile binip - inmesine yardımcı oluyorsun. Elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum.
- Babalık hayatınızda dönüm noktası olabilir mi?
Oğlan geliyor. Tabii baba olduğun zaman bütün planların, her şeyin değişiyor. Çocuğunun geleceğiyle ilgili sürekli düşünmeye başlıyorsun.
“Üç dizi ve tiyatronun yeri başka”
- “Misery” sizin çevirinizle sahneye taşındı. Dört dil biliyorsunuz eşiniz de yabancı dil konusuna meraklı...
Fransızcayı çocukken öğrendim. Fransızca’dan sonra Latin dilleri İspanyolca veya İtalyancayı öğrenmek çok daha kolay. Tuğçe de iki sene Sevilla’da Türklerin olmadığı bir ortamda tiyatro yaparak İspanyolcayı öğrendi, sonra Fransızca kursuna gitti. Yurt dışında festivallere gittiğinizde çok dil bilmenin avantajı çok. Bir dil, bir insan!
- İyi ki içinde olmuşum dediğiniz projeler hangileri?
Tabii ki “Hatırla Sevgili”,”Gönülçelen”, “Kötü Yol” dizisi çok fazla sürmedi ama çok sevdiğim bir işti. Tabii ki tiyatro.
“Ben yönetilmeyi çok seviyorum”
- Wikipedia’nın yazdığına göre sadece bir uzun metrajlı filmde “Kampüste Çıplak Ayaklar”da hem oyuncu hem yönetmensiniz. Yönetmenlik cazip gelmiyor mu, yoksa teklif mi gelmiyor?
Yönettiğim film sayısı bir değil, iki… “Kampüste Çıplak Ayaklar” ve “Melekleri Taşıyan Adam” da var 2016’ta çıktı. Oyunculuğu daha çok seviyorum. Hatta ve hatta, son zamanlarda Umur Turagay, Zeynep Günay Tan, Bertan Başaran ve Berat Özdoğan gibi çok iyi yönetmenlerle çalıştığım için şunu anladım, ben yönetilmeyi çok seviyorum. Hâlâ ince detaylarda böyle oynanması gerektiğini öğrenmek, yönetmenin dünyasına girmek çok güzel bir şey. Tiyatro da öyle. Kayhan Berkin, “Ben böyle istiyorum,” diyor. İsteğini yaptığınızda ondaki mutluluğu görmek başka bir keyif. Oyunculuk çok tatlı bir meslek.
‘‘Tomris Giritlioğlu’nun adı ödüllerle yaşatılsa keşke’’
- 23 Eylül’de kaybettiğimiz yönetmen Tomris Giritlioğlu’nun ardından şunları yazmışsınız: “Mentorum. Mesleki annem. Ülkeme tekrar kavuşturan. Beni ben yapan. Sensiz olmazdım.” Tomris Giritlioğlu niye sizi seçmişti ve ne söyleyerek sizi ikna etmişti?
Ben de şaşırdım. Tomris Hanım, Türkiye’de onca oyuncu varken beni yurt dışından getiriyorsunuz buradaki yapımcılara, kanallara kafa tutuyorsunuz, “İlla bu olacak” diyorsunuz. Ben tabii ki elimden geleni yapacağım. “Ben” dedi, “Sende var, görüyorum”… Kadın kafasında bir dünya kurmuş ve beni oraya oturtmuş. “Oturman, yürümen ve bakışlarından sende modern bir beden dili var,” dedi. 2005 yılında bu beden dilinde bir oyuncu bulamadığını söyledi. Bir salon erkeği, romantik… 1950’ler 60’larda vardı ama sonra kaybolmuş olabilir. İlker Kaleli ve Bülent İnal gibi oyuncuları kendi hikâyelerinde Anadolu ve Avrupa kültürünü birleştiren çalışmalar yaptı.
Bizi mikslerdi, ben Beren Saat’le oynardım, Bülent İnal, Tuba Büyüküstün’le oynardı. Sonra ben Tuba ile oynardım. Hepsi de değerli hikâyelerdi o dizilerin. “Kasaba”, “Kayıp Şehir”, “Ihlamurlar Altında”, “Asi”, “Gönülçelen”... O kadar çok miras bıraktı ki yazar olarak.
- Sinema ve TV dünyasında birçok insana katkısı olan Tomris Giritlioğlu’nun son yolculuğuna hakkı teslim edilerek ve vefa gösterilerek uğurlandığını düşünüyor musunuz?
Gösterdi bence, daha da göstermeye devam edecek. Kendi adıma ben vazifemi yaptım. Cenazesine gelen çok insan oldu. Bülent İnal geldi, yönetmenler geldi. Antakya’ya gidenler de oldu. Tomris Giritlioğlu adının yaşatılması adına dizi ve film yarışmalarında onun için ödül verilmesini çok isterim.
“Espresso söylediğimde, ‘Çok havalısın’ diyorlardı”
- Türkiye’ye döndüğünüzde ve Fransa yıllarında sizi en çok zorlayan konular neydi?
Çok basit şeyler, ama onlar da yıllar içinde çözüldü. Mesela otomobilin arka koltuğunda kemer taktığımda gülüyorlardı, hâlâ da böyle. Taksi şoförleri ‘Abi bana güven’ diyor. Kahve türevleri bizde 2010’larda yaygınlaştı. 2005’lerde espresso söylediğimde, ‘Çok havalısın’ diyorlardı ben de mecburen çay içiyordum. Ben Türkiye’de kendimi hiçbir zaman bir yabancı ya da Fransız gibi hissetmedim. Yurtdışına gittiğim zaman isminden dolayı nereden geldiğin belli.