Gilles KEPEL / Yayına hazırlayan: Ruşen ÇAKIR
     Â
SUNUŞ      Ülkemizde "Tanrının İntikamı" ve "Allah'ın Batısında" gibi eserleriyle tanınan Fransız araştırmacı Gilles Kepel'in
son kitabı Nisan ayında Gallimard Yayınları'ndan çıktı. Kepel, "Jihad: Expansion
et d‚clin de l'Islamisme" (Cihad: İslamcılığın Yayılması ve Çöküşü) adlı bu kitapta dünyadaki İslamcı hareketlerin bir bilançosunu çıkarıyor. Önemli tartışmalara yol açması beklenen bu kitaptan bazı bölümleri, Kepel'in de onayıyla, Milliyet okurlarına dört gün boyunca sunacağız.
      Yirminci yüzyılın son çeyreği beklenmedik ve gösterişli bir şekilde İslamcı hareketlerin doğuş, yükseliş ve çöküşüne sahne oldu. Dinin özel alandan çekilmesinin modern dünyanın kalıcı bir başarısı olduğu düşünülüyordu. Fakat İslam devleti kurmak isteyen, Kuran'dan başka bir şeyi kaale almayan, cihad ilan edip militanlarını da kent merkezlerinden devşiren siyasi gruplar bütün hesapları bozdu.
      İslamcılık önce ürküntü yarattı: Sol aydınlara göre bu faşizmin yeni bir versiyonuydu. Liberallerse Ortaçağ fanatizminin hortlamasından söz ediyordu. Ancak zamanla sol, İslamcıların arkasındaki halk desteğini keşfetti. Eski veya yeni Marksistler, kendilerine iltifat etmeyen kitlelerle ilişki kurabilme umuduyla İslamcılarda bazı toplumsal erdemler buldu ve onlarla diyalog kurmak istedi. Hatta içlerinden hidayete erenler de çıktı. Sağ ise İslamcıların ahlaklı olmayı, Allah'a itaati ve dinsizlerle mücadeleyi telkin ettiğini düşünerek, yer yer onları teşvik etti, besledi.
İslamcılığın yükselişi
      1960 sonlarına doğru Pakistanlı Ebulala Mevdudi, Mısırlı Seyyid Kutup ve İranlı Ayetullah Humeyni tarafından kuramsallaştırılan İslamcılığın gerçek başlangıç tarihi Ekim 1973'teki Arap - İsrail savaşının ertesidir. İslamcıların ilk zaferi de kuşkusuz 1979'daki İran Devrimi oldu.
      İslamcılıkta hep iki karşıt uç birlikte varolmuştur. Bir yanda kentleri dolduran milyonlarca eğitimli fakat işsiz fenç, diğer yanda dindar orta sınıf üyeleri ve hatta sermayedarlar. Bunlar İslamcılık yoluyla sistem dışına itilmelerinin hıncını almak ve umutları gerçekleştirmek istediler.
      İran, daha çok öfkeli gençlere kanca atıp onları baskıcı rejimlere karşı ayaklanmaya çağırırken, Suudi Arabistan dindar burjuvaları İslami bankalar vb. yoluyla kendine bağlayıp İslam dünyasında laik rejimlerin yerini şeriat düzenlerinin alması için uğraştı.
      Yolsuzluğun, ekonomik ve ahlaki çöküntünün, baskının, temel hak ve özgürlüklerden mahrumiyetin yerine Hz. Muhammed döneminin Asrı Saadet'ini vadeden İslamcılık 1980'li yıllarda en önemli toplumsal hareket oldu. Mevcut rejimlerde stratejilerini bu hareketleri bölmek üzerine temellendirdiler. Çoğu ülkede
devlet dindar sermayeyi tavlamaya çalıştı. Bu arada Mısır, Pakistan, Malezya gibi ülkelerde hükümetlerin sola karşı İslamcıları teşvik ettiğine tanık olundu.
1989: İslamcılığın zirvesi
      Ilımlı ve radikal tüm İslamcıları birleştiren ilk ciddi olay Afganistan'daki cihad oldu. Burada yalnız Afganlılar değil, diğer ülkelerden İslamcı gönüllüler de savaştı. Bu gönüllüler kapalı bir çevrede ve alabildiğine katı bir dinsel hayat sürüyorlardı ve bunun sonucunda silahlı mücadeleyi temel alan bir çizgi geliştirdiler.
      1989 yılıysa tam bir dönüm noktası oldu. Bu tarihte Filistin'de İntifada'ya FKÖ değil Hamas damga vurdu. Cezayir'de ilk genel seçimlerden zaferle çıkacak olan FIS doğdu. Sudan'da Hasan Turabi'nin ideolojik himayesinde İslamcı bir askeri darbe yapıldı. Kızıl Ordu Afganistan'dan çekilmeye başladı. Irak'la barış imzalamanın moral bozukluğunu atmak isteyen Humeyni, Salman Rüşdi için ölüm fetvası çıkardı. Aynı yıl Fransa'da okullarda türban tartışması patlak verdi. Bu sırada Berlin Duvarı yıkılmış Orta Asya ve Kafkaslardaki müslümanlar bağımsızlıklarına kavuşmaya başlamıştı.
Terör dönemi
      1990'lara gelindiğindeyse İslamcı vaatlerin boşa çıktığı, geride şiddet eylemleri ve bölünmelerden başka bir şey kalmadığı ortaya çıktı. Artık Cezayir'deki GIA (Silahlı İslami Gruplar), Afganistan'daki Taliban ve Usame bin Ladin gibi aşırı isimler konuşulur oldu. Şiddet Paris ve New York'a ihraç edildi. Yani büyüsü bozulan İslamcılık çözülmeye ve toptan çökmeye başladı.
      Bu sürecin ateşleyicisi Ağustos 1990'da Saddam'ın Kuveyt'i işgaliydi. Irak, Suud rejiminin dinsel meşruiyetini sorguladı. Kral Fahd da kutsal toprakları korumaları için Amerikalıları davet etti. Bunun üzerine birçok ılımlı İslamcı örgüt Suudi Arabistan'a tavır aldı. Bu arada ne zamandır başlarına buyruk hareket eden "cihadcılar" (gönüllü mücahitler) kendilerini beslemiş olan ABD'ye ek olarak Suud rejimine de kazan kaldırdılar.
Yeni cihad alanları
      Sovyetler Birliği'ni dize getirdiklerini düşünen bu cihad sarhoşları Afgan deneyimini tüm dünyaya yaymak istiyorlardı ve işe Arap ülkelerindeki münafık rejimlerle başlamak niyetindeydiler. 1992'de Kabil'in de düşmesinden sonra bunlar esas olarak üç bölgeye dağıldı: Bosna, Cezayir ve Mısır.
      Sonuçta Bosna'daki iç savaşa yeniden İslami bir öz katma çabaları boşa gitti. Cezayir'de dağdaki İslamcılara savaş tekniği konusunda epey yararlı oldular, fakat dayattıkları aşırı dogmatik ideoloji, onları kendilerine en yakın kitlelerden bile kopardı. Mısır'da da, ilk gösterişli şiddet dalgası geçtikten sonra, İslamcı taban tarafından dışlandılar.
      Terör şokunun üstüne 1996'da iktidara gelen Taliban'ın katılığı ve gaddarlığı gelince İslam dünyasındaki dindar orta sınıflar büyük bir tedirginliğe kapıldı. Türkiye'de başbakan olan Necmettin Erbakan da, İslamcılığın krizini aşmak yerine derinleştirdi.
1997: Çöküşün zirvesi
      1997'den itibaren İslamcı koalisyonda yer alan bazı grupların içine düştükleri açmazdan kurtulma yolları aradığına tanık oluyoruz. İran'da Hatemi böyle bir arayış sonucu seçildi. İslamcılar, güçlü oldukları birçok ülkede, bir zamanlar aşağıladıkları laik orta sınıflarla yeni bir toplumsal sözleşme arayışına girdiler. Hem insan haklarını, hem de İslam'a uygun bir demokrasiyi savunmaya başladılar.
      Endonezya'da Suharto'nun yerine laik olduğunu söyleyen bir başkan işbaşına geldi. Cezayir'de Cumhurbaşkanı Buteflika, militan laiklerle ılımlı İslamcıları biraraya getirdi. Pakistan'da İslamcıların hamisi Navaz Şerif, Atatürk'ü örnek alan General Müşerref tarafından devrildi. Sudan'da General Beşir, Turabi'yi iktidardan uzaklaştırdı.
      Bütün bunlar İslamcılığın ve onun etrafındaki ittifakın çöküşünü kanıtlıyor. Şimdi önemli olan bu hareketin nasıl bir evrim geçireceği. İslam ülkelerinde iktidar sahipleri ellerine geçen bu tarihi fırsatı kullanıp demokrasiyi mi geliştirip halk desteklerini mi genişletecekler, yoksa yine devletlerini kutsayıp yeni fırtınalar ve yeni felaketlere neden mi olacaklar?