Futbol kulüplerinin sahiplendirilmesi ile ilgili tartışma uzunca süredir bir kurtuluş reçetesi olarak gündemdeki yerini koruyarak sürüyor.
Buna yakın zamanda Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç’un gazetelerin ekonomi servislerinin yazarlarıyla yaptığı sohbette dile getirdiği “sahiplik modeli olmadan bu iş yürümez” sözlerinin eklenmesinden sonra kuşkusuz tartışmanın ağırlık merkezinde bir değişiklik olacağını da öngörmek gerekiyor.
Avrupa’da özellikle de Premier Lig’de bu modelin zaman zaman imrendirecek kadar güzel işlemesi futbolumuzun yaşadığı sıkıntılara kendi başına fikir üretmekten malül kişi ve gruplar için güzel bir can simidi oluyor.
Bu toprakların en temel sıkıntısının kolaycılık, kopyacılık, modellemecilik, benzeştirmecilik, taklitçilik olduğunu son iki yüz yılda defalarca kere pratik ettik.
Bir diğer sıkıntının sabırsızlık, hemen ve bir an önce sonuca varma telaşı olduğunu zincire halka şeklinde eklememiz yerinde olur.
Neler yapılabilir üzerine kafa yormadan önce şu soruyu sormak gerekiyor.
Sahiplik müessesine geçişte, futbol kulübünü kara para aklama aracı olarak kullanmak isteyecek kişi ve grupların satınalmasının önüne nasıl geçilebilecektir? Bu kişi ve gruplar nasıl ayırt edilecektir?
Soruyu Türkiye’de son elli yılda gelip geçen belirli sermaye gruplarını gözünüzün önüne getirerek düşünmenizi de önemle tavsiye ediyorum.
Kimler sürekli ve istikrarlı bir şekilde ilgisi azalmadan zaman zaman maddi menfaatini unutup bir taraftar gibi bu işin peşinde koşacaktır?
Eğer piyasasının içindeyseniz aslında futbolun çok kötü bir yatırım aracı olduğunu da biliyor olmanız gerekir.
Futbolda yüksek hacimli her yatırımın karşılığı garanti başarı yani şampiyonluk değildir.
Türkiye’de kısmen doğru işlemeye başlamış modellerin ölçeğinin ne olduğu ortadadır.
Premier Lig dünya çapında bir markadır ve milyarlaca alıcısı vardır; kuşkusuz birkaç yılda oluşmamıştır. Futbolun beşiğinin İngiltere olmasının dışında özellikle 1970’li yılların ortalarından itibaren başlayıp son yıllarda neredeyse hegemonyaya dönüştürülmüş başarı öyküsünün geri planında çok istikrarlı bir gelenek, kültür olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.
İlk numunelerden olan Manchester United’ın bir teknik direktörle çeyrek asır zaman geçirip büyüdüğünü de buraya not etmemiz yerinde olur. Ancak Alex Ferguson sonrası hikayenin taraftarları pek de mutlu ettiği söylenemez. Manchester United’ın finansal sorunları da bir başka sorundur.
Ancak Premier Lig markası tüm bunların önünde ve herkesin bilincinde olan bir farkındalıktır.
Sahaya çıkan her takım, futbolcu, teknik adam ve hakemler bu markayı geliştirip, büyütecek sorumlulukla görev yapmaktadır.
Şimdi ülkemizin ve Süper Ligin bunun neresine denk düştüğünü bir hayal edelim. Nerede bir benzerlik yakalayabiliyorsunuz? Küçük bir emaresi bile var mı?
Premier Lig şu çerçevede harika ve çok güzel bir modeldir ancak kim “biz de onlar gibi olabiliriz” diye bir fikir ortaya atarsa ondan şu soruyu cevaplandırmasını bekliyorum; “global anlamda dolaşımda kaç marka ürünümüz var? Bu iş bu kadar kolaysa neden olmuyor ya da yapamıyoruz?”
Bu “bizden adam olmaz” anlamına mı gelir?
Elbette ve kesinlikle hayır. Kuşkusuz yapılacaklar, en az bir çıkış yolu bulunmaktadır.
Aslında bu yolun patikasını oluşturan Kulüp bugün Sn. Ali Koç’un Başkanı olduğudur.
15 Şubat 1998 günü Sn. Aziz Yıldırım Başkan olduğunda Fenerbahçe’nin vizyonunu gözümüzün önüne getirmemiz gerekiyor.
Çok bildiğiniz bir fotoğraf karesi; Aykut ve Rıdvan bir sobanın başında ısınmaya çalışmaktadırlar. Hiç kuşkusuz o sobanın yarattığı sıcaklıkta güzel bir zamana aittir.
İkisinden dinlediğim için biliyorum antrenman ve maç sonlarında nasıl duş sırası beklediklerini...
O tarihten 13 yıl sonra Nisan 2011’de Fenerbahçe’nin piyasa değeri 2.500.000.000 TL, o günlerdeki güncel kura göre de yaklaşık 1.100.000.000 €’ya yükselmişti. (*)
Nasıl oldu bu?
Biz bu süreci biliyoruz, neler yapıldığını yaşandığını ancak içinden gelerek hatta ona bizzat katkı vererek bu zamanlar yaşanmamış gibi hareket etmemek gerekiyor.
İlk şu sorunun cevabını vermek gerekiyor kuşkusuz.
“15 Şubat 1998’den 13 yıl sonra devasa büyüklüğe gelen ve getirilen bu Kulüp ne olmuştur da 2011’den sonra finansal olarak yönetilmesi güç bir borç batağına düşmüştür?”
Bu soruyu ama’sı, fakat’ı olmadan samimiyetle cevaplandırdığınızda önünüze kavgası gürültüsü olmayan bir model çıkar.
Evet, o tren bir şekilde kaçmış görünüyor ve artık Fenerbahçe’nin de treni tek başına yakalaması da mümkün değil.
Bunun için dışarıdan bir rol model arama telaşı varsa o zaman yapılması gereken Süper Ligin önce bir marka haline gelmesi ve sonra da markanın değerini yükseltecek bir işbirliği modelini yürürlüğe koyulmasıdır.
Premier Lig’de çok sert bir rekabet var ve kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyor ama rakiplerinin daha güçlü olması için de mücadele ediyor.
Tüm bunları yapmak için kuşkusuz belli bir plan program dahilinde, buna inanmış doğru bir ekiple sabır ve samimiyetle çalışmaya ihtiyaç var elbette.
Buraya kadarki yazılanlar Fenerbahçe’nin tarihinden tamamen uzak duygusuz kurgulardı.
Tüm bunlardan ötede yüksek bir yerde Fenerbahçe’nin hepimizi gururlandıran görkemli tarihini nasıl unutup da hangi sermaye sahibinin avucunun içine kimin kararıyla bırakılabilir?
Sonra her 3 Mayıs günü hangi yüzle Ankara’ya gidip her seferinde gururlandıran o görkemli fotoğrafı çektirebilirsiniz?
Evet, bir zamanlar Ankara’daki ilk Meclis’in çatısı altında memleketin harap, bitik haline bakıp kurtuluşu güçlü bir ülkenin mandasına girmekte görenler vardı, başka bir hayal kuramıyorlardı bile.
Ancak o şartlarda dahi umudunu yitirmeyen bir Lider “başka bir yolu var” diyerek belki uzun ve mücadele dolu bir serüveni başlattı.
Bu bir ilham kaynağıdır!
Çok hamasi bulunabilir; peki o zaman çok yakın geçmişte bu Kulübe 20 senesini vermiş, yetmemiş bir sene de hapis yatmış bir Başkan’ın yaptıklarından da ilham almak pekala mümkündür.
Fenerbahçe’nin satılabileceğini düşünmek mandacılıktır!
Kesinlikle “başka bir Fenerbahçe mümkündür” şiarının peşinden ayrılmadan gitmek gerekiyor.
(*) https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/3-temmuz-3-milyar-tl-goturdu-23594375