Futbolda oyuncuların ve teknik adamların saha içinde yaptıkları veya gerçekleştiremedikleri oyuna dairdir.
Bir futbolcu topun başına gelir, penaltı vuruşunu kullanır topu dışarı atar, takımı kupayı kaybeder.
Bir teknik direktör bütün sezon boyunca tercih ettiği oyuncu grubundan birini ya da birkaçını değiştirir; kazanır veya kaybeder bu da oyunun içindeki bir tercih olur.
Bütün bunların hepsi futbolun nesnel taraflarıdır.
Subjektif ya da başka tarifle kişiye özel olan hangisidir?
Hakem!
Evet, oyunun kitapta yazılan kuralları vardır ancak bunun karşılaşma içinde tüm yorumu bir kişinin görüşü, görgüsü, bilgisi, yeteneği, zaafı, zafiyeti, iyi veya kötü niyetiyle takdir hakkındadır.
Ve o kişinin verdiği kararlar başından beri o kadar konuşuldu, tartışıldı ve yeri geldi şaibeli bulundu ki devreye son yıllarda VAR denilen teknoloji ile desteklenmiş bir üst gözlem devreye sokuldu.
Tartışmaları sona erdirmek, gri bölgeleri temizlemek, herkesin gördüğü ama o tek kişinin gözünden kaçanı yakalayıp, haksızlığı yok etmek içindi amaçlanan, istenen.
Bunun bir kişinin öznel yargısını nesnel hale getirmek gayesi olduğunu da söyleyebiliriz.
Peki sonuç olarak sorun çözüldü mü?
Nesnel hale gelebildi mi?
Dünkü karşılaşmanın en kritik anında 11’e 11 keyifle giden karşılaşmaya o kişisel yorum, takdir hakkı giriverdi ve tartışmaları sona erdirmek için uygulamaya giren VAR maalesef daha büyük bir infialin kopmasına sebebiyet verdi.
Sezonun ilk karşılaşmasında Kim’in ikinci sarı karttan atılmasında VAR, protokolü gereği sessiz kaldı; burada da hakemin devam kararına rağmen oyuna müdahale edip, İrfan Can’ı attırdı.
Pozisyonu sabaha kadar kurallarının tüm fıkralarını kelime kelime yorumlayarak tartışabilirsiniz; bir taraf kararı doğru, diğer taraf yanlış; kimi televizyon yorumcuları gibi işine gelmeyen durumda kokmaz, buluşamaz sessiz kalma hakkını kullandıkları gibi çekimser de durabilir. Bu futbolun tabiatına uygun bir durumdur.
Uymayan maçına, takımına, hatta oyuncusuna göre hakemin ya da VAR’ın takdir hakkını kullanma veya kullanmama tercihidir.
Peki bu hakkı elinde bulunduran ve oyunu istediği gibi yönlendirebilen kişilerin takdir haklarının nesnel olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?
Sezon boyunca her haftasonu en az 4-5 Süper Lig karşılaşması ve 4-5 de Premier Lig maçı izliyorum.
İlkini izleme nedenim tam da bu nedenle; sezonun ve takımların genel ortalaması ile hakemlerin takdir haklarını gözlemleyebilmek, ikincisi de modern futbolun ne olduğunu, nasıl oynandığını anlamak.
Çünkü ikincisinin nedenselliğini Süper Ligde bulmanın imkanı yok.
Peki Fenerbahçe bunu ilk defa mı yaşıyor?
Fenerbahçe 11 yıl önce bir kumpas ile ele geçirilmeye çalışılan bir Kulüp’tür, öncesinde de sonrasında genel anlamda bu sorunlarla çevrelenmiş ve neredeyse sezonlar boyunca sportifin dışında bir de buna efor ve zaman ayırması gereken, rakipleriyle asla eşit seviyede olmayan bir takımdır.
Ancak bundan 5 yıl önce Fenerbahçe’nin yönetimine aday olanlar tarafından o günkü yönetime yapılan bir muhalefet ile başlayıp, “her şeyi 3 Temmuz’a, tüm başarısızlıkları hakem kararlarına bağlamak doğru değil” diye neredeyse haykırarak eskiyi devirip iktidara gelen vizyonsuz, öngörüsüz, bilgisiz grup gerçekler bu kadar göz önündeyken bir hayal pazarlayıp, Fenerbahçe’nin son 4 sezonun en kritik yerinde yine o eşit olmayan rekabet ile yüzleşmesine zemin hazırlamış adeta çanak tutmuştur.
O grubun iktidar mücadelesi ve hırsı Fenerbahçe’yi parçalayan sürecinde hazırlayıcısı olmuştur.
Bu haliyle bugün taraftarının önüne çıkmaktan ve onunla yüzleşmekten çekinen yönetim anlayışının Fenerbahçe’yi sosyal medya aracılığıyla idare etmeye çalışıp, en önemli argümanlarını oradan bildiri yayınlayarak mücadele edeceğini sanması da bir o kadar bilgisiz, öngörüsüz, beceriksiz vizyonsuzluktur.
Kulüp televizyonunda görev yapan yorumcusuna futbol takımı için “bir el atar mısın?” diyecek kadar teknik direktörüne güvenemeyen bu anlayışın sebep olduğu ortamda dün Fenerbahçe’nin kendi sahasında 10 kişi kalması bir tarafa beraberliğe bu kadar sevinecek hale gelmesi de başlı başına bir acizliktir.
Dün Fenerbahçe o ortamdan beraberliği sağlayarak çıkmışsa bu önce taraftarının güçlü sesini sonuna kadar sürdürmesi ve takımın içinde hala eser seviyelerde de olsa kalan, zaman zaman büyük maçlarda ortaya çıkan direnme genetiğinden kaynaklanmaktadır.
İşte Fenerbahçe-Trabzonspor maçının sahaya yansıyan genel durumunun çerçevesi budur.
Sahada neler olup bittiğinin 18. Dakikaya kadar başka, 71. Dakikada Fenerbahçe’nin eşitliği bulan golünden sonra başka hikayeleri vardır.
İsmail Kartal’ın futbol adına en doğru tercihi Crespo ile Zajc’tan oluşan direnme gücü yüksek iki futbolcudan kurmasıydı.
Yanlışıysa İrfan Can ve Rossi gibi iki kırılgan oyuncu ile başlamasıydı.
Pelkas’ın Rossi’nin yerine oyuna girmesi gole kadarki bölümde takımın ateşleyici güçlerinden biri oldu.
Mert Hakan, Crespo ve Zajc orta alanda Trabzonspor’un hücum gücüyle inanılmaz mücadele ettiler.
İrfan Can çıktıktan sonra kenara kayan Mert Hakan’ın hücum üretkenliği zayıf kaldı. Ama çalıştı, çabaladı.
71 ile 85 arasındaki süreyi bekleyerek geçirmek yerine sahaya genç Arda’yı atabilme cesaretini gösterse belki oyunun bu bölümünde hücumda çok daha üretken bir takım olabilirdi. Ancak İsmail Kartal’a 10 kişi beraberliği yakalamak ve maçı öyle bitirmek sanırım fazlasıyla yetti.
Bu da zaten İsmail Kartal’ın şu an üstlendiği misyon ile de uyumlu hale gelmiş oluyor.
Fenerbahçe’nin isterse çok daha güçlü bir duruşu ve mücadeleyi ortaya koyabilecek potansiyeli olduğunu bu karşılaşmada bir kere daha görmemize karşın bunun farkında olmayan yönetim ve teknik kadronun elinde bir anlamda kendisini ispat etmeye çalışıyor.
Fenerbahçe bu değil ve böyle de hatırlanmamalı.