Galatasaray'a teknik direktör olarak geldiği ilk sezon; 1984-85'ti. Başlangıç, tam anlamıyla hayal kırıklığı oldu. Ligdeki ilk karşılaşmasında, İstanbul'da, Denizlispor'a 1-0 mağlup olarak işe başladı. Balkan Kupası'nda Yunan takımı Iraklis'ten beş yedi. (5-1)
O sezon; Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor ve Ankaragücü'nün ardından ligi 5. olarak tamamladı. Buna rağmen Galatasaray, "git" demedi. Bir sezon sonra da yine şampiyon olamadı. Tek farkı, namağlup ikinci olarak tarihe geçti.
Türkiye'de şampiyonluk dışında her şeyin başarısız sayıldığı bir ortamda, iki sezonu zirvenin dışında tamamladı dönemin "Special one"ı Jupp Derwall... Fakat, iki yıllık sabrın karşılığını, üçüncü sezonunda şampiyon olarak verdi "o koca Alman"... Üstelik, "işim bitti, gidiyorum" demedi, Galatasaray da, "güle güle" hiç demedi.
Bu kez teknik direktör değildi, ama "Büyük Mustafa"dan, büyük teknik adam Mustafa Denizli'ye geçişine omuz atacaktı Derwall... Ayrıldığında ise, kendisi çoktan Galatasaray'ın da efsanesi olmuştu bile...
1987-88 sezonunda Beşiktaş'ın teknik direktörlük koltuğuna oturdu, lig bitiminde ikinci olup, şampiyonluğu avucunun içinden kaçırdı.
Bir sonraki sezon, Onursal Başkan rahmetli Süleyman Seba'nın deyişiyle yine "şerefli ikincilik" geldi. Buna rağmen hoca değişmedi. Sabrın sonunun selamet olduğu elbet ortaya çıkacaktı. Çıktı da... 1989-90 sezonunda şampiyonluk onunla gelmiş, bir sonraki sezonda da zafer yenilenmişti. 1991-92'de namağlup tek şampiyon olarak tarihe geçmişti Beşiktaş... Üç yıl arka arkaya gelen zaferlerin ardından Galatasaray ile aynı puana sahip oldu ancak "şerefli ikincilik"e tamah etti Kartal... Beşiktaş'ın başında yine aynı isim vardı: İngiliz Gordon Milne...
Bugün, - UEFA Avrupa Ligi'ndeki sonuçlardan bağımsız olarak söylüyorum- dünyanın en iyileri arasında gösterilen Portekizli Jose Mourinho, Fenerbahçe'nin başında 10. haftaya girilirken tartışılıyorsa, sezon başında Süper Kupa ve 5 gollü Galatasaray galibiyetinin ardından göklere çıkarılan Hollandalı Giovanni van Bronckhorst, Olympique Lyon galibiyetiyle kredi buluyorsa, hatta ve hatta, iki şampiyonluğa rağmen, sezon başında biraz tökezleyen Okan Buruk için, darağacı kurulmaya çalışıldıysa, "Batsın bu dünya!"
Henüz 9. dakikada Mourinho'nun tazminatı bile hesaplanıyorsa, buna ilk "dur" diyecek, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç olmalı... Çünkü, "kazanmak" ile "kaybetmek" arasında arafta Koç... Portekizli kaybederse o da kaybedecek. Sadece o mu? Fenerbahçeli de kaybedecek. Kayıp sezonlara bir yenisi daha eklenecek.
Sarı-lacivertli, eğer bir "devrim" istiyorsa, Mourinho üzerinden prim kasmaya çalışanlara bakmamalı, Başkan Ali Koç da hocasını yalnız bırakmamalı... Son dönemin modası, "vurun" diyenlere, yönetim "durun" demeli...
Bu genel görünüm madalyonun bir yüzü... Diğeri...
Kendini akıllı sanan bazı ukalalar karşısında, küstahlığı ve özgün kibriyle terazinin kefelerini eşitlemeye çalışan Mourinho'nun, bu muhataplarından ne farkı vardır?
Karşısındaki gazetecileri ve yorumcuları, kendisini eleştirdikleri için küçümseyen bir dev(!), "Şimdi gazeteyi okuyup, onların söylediği kadroyu çıkaracağım" derken, aklınca espri yapmakta, hatta alay etmeye yeltenmekte...
Sadece o mu? Belki birçok kişinin gözünden kaçtı, efendilikte Türkiye'nin ilk 5'ine girebilecek Galatasaraylı Dries Mertens bile, kendisine, atılan gollerden sonra, neden bu kadar fazla gol yendiği sorulduğunda, "Bu durumu iyi fark etmişsiniz" diyerek, bence o da dalgasını geçmekte...
Onlar mı çok küstah; biz, yani spor gazetecileri mi çok sığ ve yetersiz?