Eskiden spor yazarı denince akla maç yazan kişi gelirdi. Bu sanıldığı kadar kolay bir iş değildi. Çünkü maçı izleyip yazarken, okuyana maçın heyecanını yaşatmak ön planda olurdu.
O zaman televizyon yoktu ki taraftar maçı izlesin. Maçtan bir gün sonra taraftar spor sayfasındaki maçı anlatan yazıyı adeta ezberler gibi okurdu. Maç yazmak her babayiğitin işi değildi. Kar ve yağmur yağdığında top çamura gömülür, onu çıkarma mücadelesini yazmak bir maharet isterdi. Penaltıları, ofsaytları, faulleri taraftarların hayal gücüne indirmek büyük işti. Çünkü faul faul müydü, penaltı penaltı mıydı, ofsayt ofsayt mıydı, yazarken tarafsızlık ilkesi vicdani bir sorumluluktu. Yani maç yazarı adeta bir ressam gibi zanaatkâr bir kişiliğe sahipti.
Maç yazısı bugünkü gibi bir kaç satırla geçiştirilemezdi. Bu sanatı televizyon öldürdü. Ve sonra televizyon spor oturumları geldi. Taraftar artık bu spor oturumlarını adeta Muhteşem Yüzyıl dizisi gibi izler oldu. Diyebiliriz ki büyükler de masallara düşkündürler. Onları da spor dünyasında küçükler gibi uyutmak mümkündür.
Taraftarlar televizyondaki kendi görüşlerine mi inanırlar, yoksa oturum şöhretlerinin kavgalı gürültülü anlatım kabiliyetlerine mi kanarlar onu bir Allah bilir. Çünkü top yuvarlak olduğu gibi kritikler de yuvarlaktır. Gelecek haftalarda değişebilirler.