Alışmışız canımlı cicimli, yemekli kokteylli imza törenlerine; çoğumuza garip geldi Ersun Yanal’ın ikinci Trabzon macerasının başlangıç anı...
Sadece 3 dakikaya sığdırılan protokol gösterisinde yüzler asık, sinirler gergindi.
İmzalar atıldı, taraflar tokalaştı, gazetecilerin soru sormasına izin verilmeden, “Oldu bitti maşallah” misali toplantı sona erdirildi.
Yanal cuma (dün) medyanın karşısına çıkacak dendi, o da haftaya ertelendi.
Peki, neydi başkan İbrahim Hacıosmanoğlu ile Ersun Yanal’ı böylesi tedirgin eden, suskun kalmaya iten şey?
Aslında herkesin az çok tahmin ettiği birkaç gerekçesi vardı.
Fenerbahçe’yi şampiyon yapmış bir teknik adamın ayrılış şekli ne olursa olsun omzuna taktığı apolet, Yanal’ın her daim o başarıyla anılması demektir. Bu, bazı fanatik grup ve yöneticileri rahatsız edebilirdi.
İki; gazetecilerin Ersun Yanal’a şike davasıyla ilgili yönelteceği sorular, bir diplomat titizliğinde yanıtlanmalı ki, ilk günden yaratılacak her türlü polemik Trabzonspor’a zarar verebilirdi.
Üç; Halilhodzic tercihinde ters köşe olan başkan Hacıosmanoğlu, gelecek eleştirilere karşı elbette bir gün kendini savunacaktır, lakin yer ve zamanını kendi seçmek istemiş olabilirdi.
Dört; Boş vaadlerle karın doyuran Trabzonspor camiası, söylenecek her söz, atılacak her adımı artık bir kenara not edeceğinden, Hacıosmanoğlu ve Yanal’ın ağzından çıkacak sözcüklerin imza töreninin önüne geçmesinden kaygı duyulabilirdi.
Tüm bu konuların, konuşulmadan, tartışılmadan, irdelenmeden, belki de didik didik edilmeden buzluğa kaldırılması mümkün değil.
Yanal da, Hacıosmanoğlu da bunun böyle olacağını bilerek attılar imzaları. Mutlaka kendilerine göre bir stratejileri ve algı yönetim planları var.
Bu tarafı bizi pek ilgilendirmiyor. Trabzonspor taraftarını da ilgilendirmemeli.
Sabır ve hoşgörü gerek
Beklentilere karşılık vereceği düşünülerek Trabzonspor’un başına getirilen Yanal, kimliğini arayan, moral motivasyonu bitme noktasına gelmiş, takım içi ilişkileri yıpranmış bir futbolcu topluluğunu yönetecek.
Üstelik insanlar ondan kısa sürede başarı bekleyecek. Değil Yanal, Jose Mourinho’yu getirseniz bu mümkün değil. Kimse 8 haftada yaratılan tahribatı, ondan daha az bir sürede onaramaz!
Ancak Yanal’ın şöyle bir avantajı var; mevcut kadronun önemli bölümü, deneyimli hocanın sistemi ve kafasındaki oyun şablonu ile örtüşüyor. Bu, uyum sürecini kısaltır. Uymayanlarla zaten yollar ayrılır.
Şöyle bir dezavantajı var; takım fizik kapasite olarak Yanal’ın istediği düzeyde değil. Yoğun maç trafiğinde hem saha sonucuna odaklanmak, hem de dayanıklılığı artırmaya çalışmak tarafları bir hayli zorlayacaktır. Bir de kaleci konusu mevcut tabii. Yanal’ın kısa vadade Fatih’i ayakta tutmak ve ona güven aşılamaktan başka seçeneği yok.
Trabzonspor taraftarı, artık her şeyden şikayet eden, oyuncularını bir çırpıda satabilen, kibirinden geçilmeyen, agresif bir teknik adam görmeyecek kulübede.
En azından bildiği dili kullanan, kendini doğru izah eden, medya ve tribünlerle sağlıklı iletişim kurabilen bir hoca var takımın başında. Halilhodzic’e gösterilen sabır ve hoşgörünün yarısı Yanal’a yeter!
Yıldırım’ın haklı olduğu konu
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım dünkü basın toplantısında yine yağdı, gürledi. Uzun söylemleri içinde en dikkat çekici olanı, taraftarın Avrupa kupalarında estirdiği tribün terörü idi. Seversiniz, sevmezsiniz. Ancak Yıldırım’ın tespiti son derece doğru. İşaret ettiği tehlike, Türk takımlarına hiç de uzak değil. Son Galatasaray ve Trabzonspor maçlarında gördük. Gurbetçilerin doldurduğu tribünler yine alev alev, yine ateş içinde kaldı. Tekrarı halinde UEFA Fenerbahçe’ye de acımayacak. Sonra ayıkla pirincin taşını... Yakında para, seyircisiz oynama derken, kupalardan men cezası da gelecek. Dünyanın neresinde var, sevinirken gönül verdiği takımın sonunu hazırlayan taraftar profili? Yıldırım haklı, altını ısrarla çizdiği konu ise son derece ciddi...
İğne çuvaldız meselesi
Merkez Hakem Kurulu, çarşamba günü malumu ilan etti, 2015 yılı FIFA listesinden Fırat Aydınus ve Bülent Yıldırım’ı çıkarmak zorunda kaldı.
Gerek ilerleyen yaşları, gerekse fizik olarak kendilerini hazır tutamamaları, onca yıllık deneyim ve birikimin önüne geçti maalesef... MHK Başkanı Zekeriya Alp’ın dediği gibi, yaşananlar tüm hakemlere ders olmalı.
Gelelim madalyonun diğer tarafına... Yani yeni FIFA listesine. Üzülerek görüyoruz ki, o kokartı takmanın ilk koşulu iyi bir yabancı dil bilmek olmuş. Yetenek, fizik, deneyim ikinci planda. Hâl böyle olunca da, MHK’nin çok fazla seçeneği kalmıyor ve listeden çıkanların yerine 3 tane aday hakem bulamıyor.
Peki kimin suçu bu? Sadece dil öğrenmemekte direnen, “Nasıl olsa bundan ötesine gidemem” diyen zihniyetin mi? Tabii ki hayır... 3 yıldır o görevde bulunan MHK de kendini sorgulamalı. Geçmiş dönemlere atıfta bulunup mazeret üretmek artık kabul edilebilir bir savunma yöntemi olarak görülmüyor.
Siz eğer bu sürede Ali Palabıyık’ın dışında, ki o da 34 yaşında, FIFA listesini zorlayacak yeni isimleri vizyona çıkaramadıysanız, hepimizin başını döndüren Cüneyt Çakır ve ekibinin başarılarının arkasına sığınmak, Türk hakemliğini 40 yıl daha geri götürebilir.
Sahada adalet dağıtmasını beklediğimiz hakemlerin en büyük ihtiyacının adaletli MHK’ler olması, sadece günün çelişkisi değil. “Ödül, ceza, hakkâniyet” üçlüsü bugün ve yarın her kurulun önceliği olmalı... Bunu sağlamaya çalışmak ise ekibin lideri konumundaki bir hakeme değil, kurul başkanı ve üyelerine düşmeli!
Aksi takdirde dışlandığını hissetmesine karşın, maç başına alacağı paraya odaklanmış bir ruh hâli, her hafta yeni hatalar ve baş ağrısı demektir. İğneyi biraz da kendimize batıralım değil mi?