Şike ve teşvik davasının en hararetli döneminde Fenerbahçe, taraftarı, yönetimi, teknik adamı ve futbolcusuyla bütünleşip “Bunlardan bir şey olmaz” diyenlere tokat gibi bir yanıt verdi. Şampiyonluğu son doksan dakikaya kadar kovaladı.
Sezona “feda” diye başlayan ve çok ciddi sıkıntılarla boğuşan Beşiktaş, genciyle, tecrübelisiyle, idealist teknik adamı ve başkanı ile omuz omuza verip asla sıradan olmayacağını göstermeyi başardı.
Ya Trabzonspor?.. İki sezondur dillerden şampiyonluk kupası, söylemlerden “Hakkımızı sonuna kadar arayacağız” cümlesi düşmüyor.
Düşmüyor da, takılıp kalınan nokta Trabzonspor’a yarar değil, zarar getiriyor artık.
Biri bugün “Alın kardeşim işte şampiyonluk kupanız “ dese, bordo-mavili ekip yarın dizginlenemez bir fırtınaya dönüşebilecek mi?
Önüne geleni devirip 2010 yılındaki başarı grafiğini yakalayabilecek mi?
Şike ve teşvik sözcükleri, Trabzonspor camiası için motivasyon olmaktan çıktı, başkanından teknik adamına, futbolcusundan taraftarına, başarısızlığın üzerine giydirilmeye çalışılan özensiz dikilmiş, ütüsüz bir kostüme benzedi. Ne giyene yakışıyor, ne giydirmeye çalışana.
Hak sahada aranır. Şampiyonluğun yolu birlik olmaktan, tek vücut görünmekten geçer.
Trabzonspor daha fazla oyalanmadan ve kendisini kandırmadan gerçeği görebilmeli.
Kimse, takımın beklentilerin çok gerisinde kalan performansını şike ve teşvik davasına bağlamasın. Şike üzerinden prim yapmaya çalışmasın. Kimse de nasıl olsa geçerli bir bahanemiz var diye, günü kurtardığını sanmasın.
Haa şunu diyorsanız ne âlâ; yenilgiyi asla kabul etmem. Hakkımı ararım. Hukuk mücadelemi her platformda sürdürürüm. Yeni stratejiler belirler, sabırlı olup beklerim.
Ama artık 3 Temmuz’un karanlık dosyalarına, adaletin karmaşık koridorlarına dalmamak gerek.
Sağlam alt yapısı ve kurumsal bir yönetim tarzı olmayan Türk futbolu yıllardır aynı sancıyla kıvranıp duruyor. Bir ileri, iki geri. Sen çarkı istediğin gibi yönetemezsen, çark seni dişlilerinin arasına alır ki, kaybettiğin iki yıl değil, geri alamayacağın geleceğin olur!
Havanda su dövüyoruz
Neymiş efendim, sporda şiddeti önleme yasasına sahip tek ülke bizmişiz.
Yaptırımları kararlı bir şekilde uygulayamadıktan sonra yasa filan hikaye.
Maça döner bıçağı sokmak isteyen holigana statları yasak edebiliyor musunuz? Hayır.
Sokakları savaş yerine çeviren, polise saldıran, önüne geleni yakıp yıkan taraftarı men edebiliyor musunuz tüm spor müsabakalarından? Hayır.
Varsa haklarında dava açılan spor anarşistleri, anında adaleti yerine getirebiliyor musunuz? Ona da hayır.
Eee, neye yaradı her yıl birer tırpan attığımız o müthiş yasa?
İşte size Fransa’dan bir örnek.
Geçen hafta şampiyonlar liginde oynanan Marsilya maçında üzerinde meşale bulunan Fenerbahçe taraftarına ne yapıldı, biliyor musunuz? Önce gözaltına alındı, hemen ardından 2 yıl süreyle statlara girme yasağı getirildi. 500 euro para cezası da cabası!
Oysa ne kadar masum geliyor bize değil mi üzerinde meşale taşımak?..
Bırakın meşaleyi, bıçak, kasatura, patlayıcı, yanıcı madde... Hepsini statlara sokmak serbest bu ülkede.
Üstelik bilmem kaç polis barikatı ve özel güvenlik kontrolüne rağmen!
Sonra da çıkıp şiddet yasamız var diye böbürleniriz.
Söyleyin tanrı aşkına, şu yasa şike ve teşvik davası dışında kime ne ceza getirdi? Kimleri şiddetten uzaklaştırdı? Hangi holiganı ıslah etti?
Dahası mı? Dahası daha ayıp! 2004 yılında çıktı bu yasa. Yani tam sekiz yıl önce. Lakin daha ne yönetmelik var ortada, ne gereğini yapabilen.
En iyi yatırım, “ölü yatırım” olmasın!
90’lı yıllarda açardık Devlet Planlama Teşkilatı’nın yatırım programını, otururduk daktilonun başına. Falanca kentte lisanslı tek yüzme sporcusu yok iken, 25 bin kişilik kapalı yüzme havuzu inşa ediliyor.
Öteki şehirde kar bile yağmazken kayak pisti ihaleye çıkıyor. Ya da filanca köye on bin kişilik spor salonu yapımı için bütçeden para ayrılıyor.
Siyasetçilerin “iş yapıyor” denmesi adına seçim bölgelerine vaad ettikleri bu ölü yatırımlar, yılda bir tekrarlanan “garip haberler” kategorisine girebilmek için yarışırlardı.
Aradan çeyrek asır geçti.
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Türkiye genelinde projelendirilen 24 stadın yerlerini açıkladı.
İhtiyaç vardır yoktur, sayın bakanın kurmayları herhalde araştırmasını yapıp öyle belirlemiştir!
Ve sıfırları atmadan önceki rakam ile 2.5 trilyon liralık bu hatırı sayılır maliyet, illaki (!) ciddi bir boşluğu dolduracaktır.
Sevgili Ercan Güven konuyla ilgili iki mükemmel yazı kaleme aldı. Eklenecek fazlaca söz yok.
Ancak yine de bazı endişelerimizi dile getirelim ve kafamıza takılan bir kaç soruyu paylaşalım:
1- Statların yerleri belirlenirken hangi kriterler göz önüne alındı? Nüfus yoğunluğu, sporcu sayısı, o kentin takımlarının başarı oranı düşünüldü mü? Yoksa yine siyasi tercihler mi devreye girdi?
2- Bugün devletin İddaa gibi para basan bir matbaası var. Bu avantaja rağmen statların öngörülen sürede bitmeme olasılığı var mı?
3- Profesyonel liglerde yarışmacı takımı bile bulunmayan kentlere 30’ar bin kişilik stat yapılması mı daha mantıklı, yoksa alt yapıların güçlendirilmesi mi?
4- Kulübün su ve elektrik parasını bile ödeyemeyen amatör branşlar bu statların kullanım bedelini nasıl karşılayacak? Bakanlık onlara destek verecek mi?
Geçmişte tek kuruş ödeneği bulunmayan hayali tesisler seçmene yatırım olarak sunuluyordu. Bugün ciddi projeler ve kararlı yöneticiler var. Öyle ya, artık kim ister 21. yüzyılda “garip haberlerin” gazetelerin manşetlerini süslemesini?..