Türk Dil Kurumu, sosyolojik açıdan “ırkçılık“ sözcüğünü şöyle tanımlıyor; “ İnsanların toplumsal özelliklerini ırksal özelliklerine indirgeyerek, bir ırkın başka bir ırka üstün olduğunu öne süren öğreti...”
Türkiye coğrafyasında konuşmaya pek alışık olmadığımız, hatta top yekün karşı çıktığımız bu öğreti, son yıllarda “şiddet“ kisvesi altında, özellikle spor sahalarında sinsice ilerlemeye devam ediyor.
Sorulabilir; herhangi bir sporcu inançlarından dolayı aşağılanıyor mu? Hayır.
Teninin rengi nedeniyle dışlanıyor mu? Hayır.
Etnik kökeni gerekçe gösterilerek ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor mu? Ona da hayır.
Ya da mezhebi yüzünden farklı tutuluyor mu? Kesinlikle hayır.
Eee, nasıl oluyor da hayali bir ırkçılık tehlikesinden söz ediyoruz?
Irkçılık sahada değil, tribünlerde, sokaklarda! Çok uzağa değil, yakın geçmişe ve günümüze bakın. Futbol sahaları, basketbol ve voleybol salonları ne halde?
Ülkenin en köklü, en büyük, en prestijli kulüplerinin taraftarı, birbirine düşman olmuş durumda. Birbirlerine ölümüne öfkeli, daha üstün olduklarını kabul ettirmek adına acımasız ve tahammülsüz hale gelen bu taraftar kitleleri, en az ırkçılık kadar dikkat edilmesi gereken bir tehlike artık.
Aynı statta maç izlenmiyor. Salonlarda savaş çıkıyor. Rakip takım taraftarının olmadığı müsabakalarda bile şiddetin her türlüsü yaşanıyor.
Üstelik bu çirkinliklerin tümü, dünyada şiddeti önlemeye dair tek yasaya sahip Türkiye’de yaşanıyor.
Peki ama neden? Çünkü yasanın öngördüğü yaptırımlar ağır, uygulayan yok.
Federasyon talimatları açık, ancak hiçbir caydırıcılığı bulunmuyor.
Küfür eden, şiddete yönelen belirlensin deniyor, kameralar çalışmıyor!
Taraftar, ait olduğu kulübün üzerinden ırkçı bir düşünce yapısı ve eylem içine giriyor, ama yetkililer toz kondurmuyor; “Bizde ırkçılık yok, asla olamaz.”
Al sana ırkçılığın âlâsı...
Çanak tutan paşa babaları da, kulüp yöneticileri.
Bakmayın yan yana geldiklerinde sahte gülümsemelerine, verdikleri dostluk mesajlarına. Fırsatını bulsalar, önce onlar kazacaklar birbirlerinin kuyularını ki, yapmadıkları iş değil zaten. Dün adına şiddet dediğimiz, bugün ırkçılığa doğru ivme kazanan bu ayrımcılığın mimarları, gerilimle beslenip üstün bir camia olduklarını savunur hale geldi ise vay halimize.
Din, dil, mezhep ve etnik farklılığına “Türk tipi holiganizmi“ de ekleyelim olsun bitsin!
İğneyi kendimize, çuvaldızı karşımızdakine batıralım. Hasbelkader kendine medyada yer edinmiş futbol yorumcuları ve kalemşorları da unutmayalım.
Çoğu vakit kitleleri tahrik eden bu insanların varlığından güç alanlar, sporun nasıl bir bataklığa sürüklendiğini fark ettiklerinde çok geç olacak.
Geçen hafta sayın Başbakan’ın “5 yıl Avrupa’ya gitmeyelim” sözlerine karşı çıkarken, kendisine haksızlık etmişiz!
Evet 5, gerekirse 10 yıl Avrupa’ya gitmeyelim. Lakin şikeden değil, insanları kamplara ayıran söylem ve davranışlardan arınmak adına gitmeyelim.
Başımızda nasıl bir bela olduğunu görmesi gerekenler, umarım vakit yitirmeden yaşadığımız sürecin toplumumuzu nasıl bir noktaya götürdüğünün farkına varır ve harekete geçerler.
Yoksa, üstün ırk değil, baskın ve kontrolden çıkmış taraftar kitleleri ile yüzleşmeye hazır olalım.
İleri demokrasi budur!
Hakem camiası akademik tez konusu olacak kadar ilginçtir. Dün kavga edenler, bugün kol kola gezebilir. Yıllarca birbirlerinin yüzüne bakmayanlar, çıkarları kesişince aynı çatıda toplanabilir.
Dernek seçimleri en çarpıcı göstergedir. Genel merkez ve şube genel kurullarında yaşananlar bu makamların ne kadar değerli (!) olduğunun kanıtıdır.
Varan bir; önceki gün İstanbul şube kongresi yapılır. Seçime tek liste ile gidilir. Genel merkez delegesi olacaklara birer dilekçe imzalatılır; “Genel merkez seçiminde başkan adayı olarak Abdurrahman Arıcı desteklenecektir.”
Varan iki; TFFHGD 5 Nisan’da tüm delegelere birer mail gönderir; “ İlişikte Sn. Abdurrahman Arıcı’nın genel başkan adaylığı için hazırlanmış ve genel kurul delegelerimizin imzalaması gereken dilekçe örneği yer almaktadır. 7 Nisan’a kadar imzalayıp gönderin.”
Varan üç; Arıcı, Hakemin Sesi dergisine açıklama yapar: “Aday değilim, ama camiadan talep var. Hiçbir zaman görevden kaçmam ve elimi taşın aldına koyarım.” İstemem yan cebime koy. Hep diyorlardı da inanmıyordum, al sana ileri demokrasi!
Sayın Alp’den ricamız
Ercan ağabeyin (Güven) lafının üzerine laf söylemek bize düşmez.
Trabzonspor-Fenerbahçe maçında Cristian’ın golü öncesi kalkan bayrağa takılıp, son adam hatasına düşen bazı hakem yorumcularını eğitim seminerine davet eden Ercan ağabey, “Ya öğrenip konuşacaksınız, ya da susacaksınız” deyip noktayı koydu.
Haklı. Ekran başında milyonlarca insanı bilgilendirme sorumluluğu taşıyanlar, yaptıkları işin hakkını veremedikleri vakit böyle ofsayta düşüyorlar.
Merkez Hakem Kurulu, oyun kuralları, yapılan değişiklikler ve yeni uygulamalarla ilgili hakemleri bilgilendiriyor. Türkiye’den sorumlu UEFA hakem komitesi üyesi Jaap Uilenberg zaman zaman ülkemize gelerek, hakemlerin eğitimlerine katkıda bulunuyor.
Fakat bu çaba yeterli değil.
Siz hakemi güncelliyorsunuz, kamuoyunu yeterince aydınlatmıyorsunuz. Hakemi polis yerine koyuyor, toplumu onun yaptırımlarından bihaber bırakıyorsunuz.
Bir spor gazetecisi olarak MHK Başkanı sayın Zekeriya Alp’den ricam, yeni uygulamaların ve değişikliklerin en azından kitleleri yönlendiren insanlarla paylaşılması. Bu mini bir eğitim semineri mi olur, basın açıklaması yoluyla kamuoyu bilgilendirmesi mi, karar sizin. Tartışılan her pozisyondan sonra Uilenberg’e bağlanıp doğru yorumları almaya çalışmak, sizi rahatlatabilir. Ancak görüyoruz ki, sağlıklı tespitler yapılabilmesi için katkılarınız şart. Ve bu katkıyı sizden talep ediyoruz.