Yeni dönem yayın ihalesinde ulaşılan miktarın, Türk futbolunun büyük bir kazanım elde ettiği söylemlerine inanacak kadar saf bir millet miyiz bilmiyoruz.
5 yıllık toplam geliri dikkate aldığımzda, ortaya çıkan 3 milyar dolar gibi bir rakamın büyüsüne kapılıp, Avrupa’ya dayılanmayı düşünenler var mıdır, onu da hakeza!
“Aman parayı dikkatli kullanın, ayağınızı yorganınıza göre uzatın, bu son şansınız olabilir” gibi uyarıları yapmak, haddimiz değil.
Para kulüplerde, tokmak da davul da onların elinde. Artık nasıl çalar, hangi tarzda oynarlar, kendi tercihleri.
İhalenin yapıldığı güne dek, gerek milli takımlar, gerek kulüpler düzeyinde en azından kıta ülkelerine kafa tutacak, başarı kriterlerini yerine getirecek kapasitede olmadığımız aşikâr.
Dolayısıyla yayın gelirlerindeki artış yüzde 30 değil 80 de olsa, bu gerçeği para değil uzun vadeli reformlar, yönetim anlayışı ve bilinçli transfer politikaları değiştirebilir ancak.
Söz paradan açılmışken, özellikle yabancı oyuncu transferinde ülke servetinin nasıl heba edildiğini, hangi taahhütler altına düşüncesizce imzalar atıldığını anlayabilmek adına (geçmiş ihanet düzeyindeki örneklerle doludur), döviz kurlarındaki en ufak bir kıpırdanmanın getirdiği maliyete bakmamız yeter.
Şimdiden eridi!
Uzağa gitmeleyim. İki sezon önce euro üzerinden anlaşma yapan futbolcu yine aynı parayı alacak ama, sadece Süper Lig’deki kulüplerinimizin aynı dönemde Türk Lirası bazındaki zararı, yayın gelirlerinden elde edileceği düşünülen ekstra kazancı şimdiden ipotek altına sokacak.
Futbolumuzun marka değerini rakamlara endeksleyip, uluslararası düzeydeki kalitesini görmezden gelmek, kısa vadeli politikaların övünç vesilesi olabilir belki de. Öte yandan çil çil dolarların sıcaklığını hissedemeden, banka kredisi, temlik, teknik adam-futbolcu alacaklarına kaynağından kesileceği gerçeği ile yüzleşmek, yapılabilirse eğer, ayrı bir vicdan muhasebesi gerektirecek.
Taraftar bunu görmeyebilir. Asıl tehlike, geçmişin günahlarıyla hesaplaşırken, kulüp başkanı ve yöneticilerinin kendilerini izah edecek sözcükler bulmakta zorlanmalarıdır.
Son şans
Kombine, lisanslı ürün ve bilet satarak ayakta kalmaya çalışanlar, camialarının fedakârlığını bundan sonra da suistimal etmeye devam ederse, özellikle Anadolu’da bedava dağıttıkları biletlerle doldurmaya çalıştıkları tribünleri de karşılarına alırlar, hatırlatalım.
Bazıları yayın gelirlerinin şaşasına kapılıp, “Şimdi sıra futbolumuzun marka değerini yükseltmeye geldi” diyor ya... Üzücü olan da bu aslında.
Gerçeklere nereden baktığınız önemli. Elalem Ay’ın üzerinden zıplayıp Mars’a gitmeye çalışırken, TÜBİTAK tarafından projesi yetersiz bulduğu gencimizin, NASA’da baştacı edilmesini kıskançlıkla izlemek gibi bir şey bu!
Sözün özü... Kimse griyi pembe gösterme çabasına girmesin. Pembe tablo çizebilmek için kırmızı ve beyazı doğru oranlarda harmanlayacaksınız ki, henüz elimizde böyle bir yetenek ve malzeme olduğunu sanmıyoruz.
Osmanlı tarih yazabilir!
Futbolda Avrupa kulvarının tadı ve önemi farklı. Osmanlıspor ilk kez katıldığı UEFA Avrupa Ligi’nde, Steaua Bükreş yenilgisine karşın, tarih yazabilecek fırsata sahip... Grubunda kimsenin şans tanımadığı temsilcimiz, son maçlar öncesi lider durumda. Hesap hiç karışık değil. Ankara’da Zürih ile berabere kalırsa bir üst tura çıkacak. Kazanırsa, grup birincisi olarak avantajlı bir kuraya girecek. Beşiktaş ve Fenerbahçe’nin yüzümüzü güldürdüğü sezonda, sonuç ne olursa olsun Osmanlıspor’un Türk futboluna katkısını alkışlamak şimdiden boynumuzun borcu...
AB, Türkiye ve Romanya
Baştan söyleyelim ki, kimse yanlış anlamasın. Her dine, renge, ırka ve dile saygımız var. Ayrımcılığa hayır demek, yaşam felsefemiz.
Üç gündür Romanya’nın başkenti Bükreş’teyiz. Daha önce de defalarca gelmiştik. Ekonomisi, buna bağlı olarak da yaşam kalitesi ve standardı son ziyaretimizden bu yana hayli gelişmiş. Bu gözlem, Avrupa Birliği’ne üye kabul edilmelerinden sonraki sürecin getirisi kuşkusuz.
2007 yılında AB’nin 5. genişleme kararı Romanya’yı Avrupalı yapmış gibi görünse de, günlük yaşam anlamında Çavuşesku zihniyetinden tamamen kurtarabilmiş değiller. Bir tarafta birliğin kurallarına uyum sağlamaya çalışan yüzü, öte tarafta, sarayın arka sokaklarında 40 yıl öncesinin tarzı ve alışkanlıkları. Ekonomisi durmaksızın pompalanan euroya bağlı.. İnsan hakları ve fikir özgürlüğü konusunda ise bizimle yarışır durumdalar! Bir de taksicileri var. İddia ederim, İstanbullu meslektaşlarına pabucu ters giydirecek kadar gözükaralar!
Gelelim kendi coğrafyamıza... Türkiye, AB’ye tam üyelik başvurusunu 1987 yılında yapmış. Bulgaristan, Romanya gibi doğu bloku ülkeleri henüz demir perdenin etkisi ve yetkisi altında iken... Aradan geçen sürede AB’ye sayısız katılım sağlanırken, biz bugün müzakerelerin kesilmesi ve rotamızı Şangay beşlisine çevirmesini tartışıyoruz.
Ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve sportif anlamda pek çok AB üyesinden daha ileri bir ülke, siyasi, demokratik ve dini gerekçelerle çemberin dışında tutulmaya çalışılıyor. Demokratik kriterler üzerinden kendi özeleştirimizi yapabiliriz. Hatta gerçekten istiyorsak, bunlara çözüm de üretebiliriz.
Ancak iş dine gelince, AB’nin samimiyetini ve gerçek niyetini sorgulamak, yıllarca niçin kapının dışında tutulduğumuzu anlamak zor değil. Ve anlıyoruz... Özellikle son Bükreş seyahatimizden sonra...
Sürekli gösterilen AB sopası ve yaptırımları canımızı sıkmamalı. Zaten, önümüzdeki on yıl içinde çözülecek bir zincirin halkası olmaya çalışmanın anlamsızlığı ortada.
Endişemiz, üyelik sürecinde metazori de olsa elde edilen kazanımların, Şangay beşlisi söylemleri içinde öğütülüp, bizi geri dönüşü olmayan bir noktaya sürüklemesidir.