AKŞAM oluyor, ortalık kararmak üzere... Bistrica Deresi'nin üzerindeki dört asırlık küçük köprü, hafif sisin arkasında ne kadar güzel, ne kadar duygulu!..
Genç kızlar, sevgilileriyle fısıldaşıyor... İhtiyarlar, kahveden yorgun argın evlerine dönüyor, köprünün başında tezgah kuran kestaneci mangalın ateşini, sönmemesi için üfleyip duruyor...
Bu tablonun hemen arkasında, hayal alemlerinin ibadet sarayı gibi Sofu Sinan Paşa Camii, solgun, solgun olduğu kadar muhteşem bir şekilde yükseliyor...
Macaristan'da Budin muhasarasına katılan Paşa, doğup büyüdüğü Prizren'e armağan etmiş adını taşıyan bu camii...
Daracık sokaklara bakıyorum, tertemiz, ışıl ışıl... Ve her yer kalabalık, köşe başları insanlarla dolu... On beş adımlık köprüyü, sakin sessiz akan Bistrica Deresi'ni uyandırmamak için, ayaklarımın ucuna basıp ağır ağır geçiyorum...
İlerde tek katlı bir bina var, kapısında
Bistrica Kahvesi yazıyor... O tarafa doğru yürüyorum, hemen kulağıma bize hiç yabancı olmayan nağmeler geliyor...
Kıskanırım seni benKıskanırım kendimden
O nasıl aşk Allahım
Öleceğim derdimden
Tam bir Rumeli şivesi ile bir erkek söylüyor bu şarkıyı...
Fakat, Balkanlar'ın bir ucunda Bistrica Deresi kenarında sisli hüzünlü bir akşam, yapayalnız bir insana, bu ses nasıl bir yaşam gücü, nasıl hayat veriyor biliyor musunuz?..
Prizren erkeği ile, kadını ile güzel yüzlü insanlar şehri... Özellikle kadınlar sarı saçlı, pembe tenli, muntazam vücutlu... Mavi veya yeşil gözlerinin içi gülüyor konuşurken... sesleri sıcak ve samimi...
Ve 35 bin nüfuslu, 6 bin 500 otomobilli Prizren'de dört ilkokul var ki, oralarda 1200 Türk çocuğu okuyor... Ayrıca, 130 genç teknik okula devam ediyor ve bu
okul Türkler için yapılmış... (Yıl 1970)
Şunu içtenlikle söyleyebilirim... Balkanlar'da biribirine kenetlenmiş, Türklüğünü kaybetmemiş, anavatanla sosyal ve kültürel ilişkilerini daima koruyan şehir Kosova'nın Prizren'i...
İstanbul'da o gün hangi şarkı söyleniyorsa, aynı gün Prizren'de aynı ses duyuluyor... Prizrenli Türk anavatanı yaşıyor...
Bir de ilginç benzeyiş... Özellikle bu bölgede... Tıpkı Rize'de olduğu gibi, celdim, cittim, celmiyor, citmiyor... Yedim oni, aldim şuni gibi konuşmalar!..
Bir arkadaşımız güldü, espri yaptı:
- Yahu sakın Kosovalılar Rize'den gelmiş olmasın?Üstelik baş yemekleri karalahana!.. Gözler mavi, saçlar sarı veya kumral!.. Artık Kosovalılarla Rizelileri kardeş şehir insanları ilan etmeyelim mi?
Buyurun size bir Prizren türküsü...
Çivide mantım asili kaldiİçi sanduk çiyizim, basili kaldi.
Ürtüm yüzumi sinek konmasin
Celin boydaşlarım yüreğim yanmasin...
Gazi Mehmet Paşa Camii önünde bir an durup, 1571'den bu yana tüm heybetiyle
yükselen bu esere bakarken, yanı başında küçük küçük kubbeleri ile aynı hayırsever Paşa'nın adını taşıyan hamamı görüyoruz...
Meğer önce hamam, sonra cami yapılmış!.. Nedeni gayet ilginç!..
Paşa'nın emri ile cami inşaatı başlamış ama işçiler itiraz etmişler...
- Gusül aptesti almadan nasıl cami yaparız?.. Günahtır, yıkanmalı, İslamiyetin icaplarını yerine getirip tertemiz çalışmalı...Gazi Mehmet Paşa bunun üzerine inşaatı durdurmuş ve oraya önce bir hamam yaptırmış sonra cami!.. Bugünkülere ibret olsun!!!
Prizren'in bir başka özelliği tatlıları, tatlıcıları... Bilirsiniz Türkiye'de yıllar önce Rumelili tatlıcılar, baklavacılar, muhallebiciler ünlüydü... Şimdi ise Güney Anadolu hem yemekleri hem de tatlıları ile Rumelileri bastırdı... Ama iki türün de damak lezzeti başka, ikisi de biribirinden lezzetli...
Prizrenli tatlıcı Hacı İrfan Efendi'den bakınız tatlının felsefesini dinleyiniz:
- Ecer yer isen tatli, hasta ulmak yoğudir... Ecer yemez isen tatli cidesin duktura... Verirsin pareleri... Duktur ne süleyecek?.. Ye tatli, iyi ul diyecek... Ünce ver pareyi ye tatliyi, daa karlı çıkarsın.Vitrinde tulumba tatlıları, baklavalar, hanımgöbekleri, şekerpareler duruyor... Sütlaçlar henüz kaselere dökülmüş...
- Peki tatlıcılığın sırrı nedir İrfan Usta?..
- Yaj uldi almıj bej (65) yarim asir yapmişim ben bu zanaatı. Marifet elimizdedir, parmağımızdadir...Prizrenli dostlardan ayrılıp Priştene'ye dönüyorum ve oradan Belgrad'a... Taa o yıllar, Sırplar, Hırvatlar, Makedonlar, Slovenler, Arnavutlar birbirlerini yiyordu... Türkler ise erimemek, güçlü yaşamak çabasındaydı sayıları az olduğu için... Bütün bu değişik unsurları bir arada tutan Mareşal Tito idi... Tito ölünce hep gördük, iç kavganın Yugoslavya'yı nasıl böldüğünü, ekonomiyi nasıl yıktığını...
Bakınız o sırada Üsküplü bir Türk nasıl ileriyi görüyor ve neler söylüyordu o
tatlı Üsküp şivesiyle:
- Tito 10 yıl daha yaşarsa biz Amerika'yı geçeysık... Hırvatlar yanlış yaparlar... Birakırlar mı adami ayrılmaya, ulur mi öyle şey?.. Ulur mi parçalanmak?.. Biz çok ilerlemişsık, gümlek yaparsık, trikot yaparsık... Almazsık dışardan hij bir şey... Çok şey sataysık... Bilirim ben çogini, istatistikacıyım çünkü...Balkanlar'da yaşayan Türklerin akıları, fikirleri, gönülleri İstanbul'da, Türkiye'de... Anavatan diyorlar başka bir şey söylemiyorlar...
Kosova'da dostlarla konuşurken bir Türk'ün şu sözlerini unutmam ne mümkün...
- Arkadaş bak ben senden daha eski Türk'üm... Çünkü Kosova İstanbul'dan önce Türk'tü, İstanbul'dan önce alındı...Şimdi gelin de Kosova'nın nasıl Türk olduğunu anlatmayın...
Yıl 1388, Sultan Murat Anadolu'da isyancıları bastırmaya çalışırken dostu Sırp Kralı Lazar ile kayınpederi Bulgar Kralı Şişman da ordularıyla yanıbaşındadır... Anadolu'da Karaman Beyleri'ni mağlup ettikten sonra savaşta kardeşleri öldüğü iddiası ile bunlar Osmanlı padişahına karşı çıkarlar... Boşnakları da aralarına alarak Bosna'da bulunan 20 bin Türk askerini kılıçtan geçirirler...
Sultan Murat bunun üzerine oğlu Şehzade Beyazıt (Yıldırım) ve Şehzade Yakup'u yanına alır, diğer kumandanlarını da toplar... Ali Paşa'yı Kral Şişman'ı yani kayınpederini yola getirmesi için Şumnu'ya gönderir. Kral Şişman direnmek ister ama gücü yetmez, orduları mağlup olur... Şişman, Şumnu ve Silistre'yi Osmanlılara bırakmak ve ayrıca her yıl vergi ödemek zorunda kalır... Şişman'ın kellesi böylece kurtulur...
Sırp Kralı Lazar ise fırtınanın yaklaştığını hissederek savaş hazırlığına başlar... Bosna, Sırbistan sınırında bulunan Kosova Ovası'nda iki taraf çatışmayı kabul eder... Uzunluğu 20 bin, eni 5 bin adım olan Kosova Ovası'nda Osmanlı ordusuna karşı yalnız Sırplar değil, Bosna - Hersek - Ulak ve Arnavut kuvvetleri de katılır...
Saatlerce süren savaştan sonra müttefik güçler mağlup olurlar... Kosova Ovası on binlerce ölü ve yaralı ile doludur... ve o gün ovanın kenarından geçen Morova Irmağı'ndan, sanki su değil kan akmaktadır.
Osmanlılar büyük bir zafer kazanmışlardır... Sultan Murat yanına şehzadeleri ve kumandanları ile Kosova Ovası'nda savaş sonrasını görmek ister ve dolaşmaya çıkar... Bu sırada yaralılardan biri yerde sürüklenerek padişahın ayaklarına kapanmak ister... Muhafızlar engellemeye çalışırlar... Sultan Murat:
- Bırakın yaralı adamı, ne istiyor dinleyelim, der...
Ve o anda Kral Lazar'ın damadı yaralı Miloş belinde sakladığı hançerini çıkartıp süratle ve tüm gücü ile padişahın karnına saplar... Yeniçeriler kaçmaya çalışan Miloş'u hemen orada parça parça ederler... Padişahı kurtarmak mümkün olmaz...
Sultan Murat'ın iç organlarını çıkartırlar ve orada kısa sürede inşa edilen türbede hazırlanan mezara gömerler... Cesedi ise, ordu ile beraber Bursa'ya götürülür ve orada Sultan Murat Türbesi'ne defnedilir...
İşte Türklerin Kosova'yı fetih hikayesi...
O yıldan sonra Kosova yüzlerce yıl Türk yönetiminde kalır... Prizren, Gostivar, Priştine, Saraybosna, Üsküp, Manastır gibi... İstanbul'dan, Anadolu'nun muhtelif illerinden yüz binlerce asker, memur görevli olarak Rumeli'de kalırlar... Oralarda çoluk çocuk sahibi olurlar... Ayrıca da bu mümbit topraklara Anadolu'dan pek çok göçmen gönderilir...
Bugün oralarda kalan ve ecdat yadigarı topraklarda acı çekerek yaşayan bir avuç Türk, gurbette kalmış
evladı Fatihan'dır... Rumeli fatihlerinin evlatlarıdır...
- BİTTİ -