SiyasetAyasofya'nın, Topkapı'nın karşısında gökdelen olmaz

Ayasofya'nın, Topkapı'nın karşısında gökdelen olmaz

18.07.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:

Tümertekin, "Pek çok mimar 'Gökkafes'i yıkın' dedi. Asıl sorumluluk mimarda değil, oraya yapılaşma izni verenlerde. Büyük şirket yapılarının pek çoğu mimari örnek olma ciddiyetiyle tasarlanmadı" diyor

Ayasofyanın, Topkapının karşısında gökdelen olmaz

Ağa Han 2004 Mimarlık Ödülü sahibi mimar, Han Tümertekin: DERYA SAZAK: İstanbul, ev sahipliği yaptığı Dünya Mimarlar Kongresi'nden nasıl etkilendi? Ünlü mimarlar, binlerce yıllık tarih ve kültüre sahip kentin bugünkü kaotik yapısından ne yönde etkilendiler? Geleceğe dönük perspektifler ortaya konulabildi mi? Hasan Bülent Kahraman, 'Âşık olunan İstanbul kenti değil, coğrafyasıdır' diye yazdı. Estetikten yoksun mimari, çarpık kentleşme ve Gökkafes türü modern yapıların İstanbul'a maliyeti tartışıldı mı? HAN TÜMERTEKİN: İstanbul, dünyada hiçbir mimarın ilgisiz kalamayacağı bir kent. Dolayısıyla, İstanbul buluşmasına katılım yüksek oldu. İstanbul'a ilk kez gelenler çekiciliğine kapıldılar, daha önce gelenlerse değişiklikleri gördüler, yorum yaptılar, tartıştılar. Tasarımcı iyimser olmak zorundadır. Sorunları çözmek, daha iyi bir yaşantı kurmak ister. İstanbul kentsel mekân olarak geçmişte çok nitelikli bir örnek oluşturmasına rağmen, son yıllarda iç açıcı manzara sergilemiyor. Bir dolu darbe almış durumda. Buna rağmen hâlâ çekiciliğini koruyor olması da ilginç. İstanbul, kendi rönesansını yaratabilecek mi? Hasan Bülent Kahraman'ın söylediği çok doğru. İstanbul'un topoğrafyası harika. Yaşantısı çok canlı, hareketli, çeşitlilik barındırıyor. Yapılar, daha doğrusu yapılaşmanın geneldeki düşük niteliği, bu özellikleri bir türlü silip atamıyor. Arada rastlanan tek tük iyi mimarlık örnekleri durumu kurtarmaya yetmiyor. Ya da mahkûm edilen birkaç yapıyı günah keçisi yapmak çıkış yolu değil. Örneğin basında da çıktı, gelen pek çok mimar 'Gökkafes'i yıkın' dedi. Ben orada mimarı sorumlu tutmaya en uzak olanlardan biriyim. Çünkü asıl sorumluluk oraya yapılaşma izni verenlerin. Kuşkusuz İstanbul, tarihi ve kültürel dokusu ile ilgi odağı, ancak İstanbul'un yeni mimari diliyle öne çıkması da olası. Örneğin Paris, Mitterrand dönemindeki modern mimarlık atağı ile tarihsel geçmişini korurken zenginleşti. Pompidou Kültür Merkezi, Louvre Müzesi'nin cam piramidi, Ulusal Kitaplık ve diğer sembol yapılar eskiyi taklit etmeden bugünün gereksinimleri ve çözümleriyle cevap verdiler. Bu yapılar da artık Notre Dame Katedrali gibi Paris'e giden herkesin gezdiği yerlere dönüştüler. Eskiyi taklit etmeyelim İDO terminali fiyasko - Bunlar talihsiz girişimler. Modern yapıları Osmanlı mimarlığına benzetelim gibi projeler de hiçbir zaman iyi sonuç vermeyecek. Kente simgesel, anıtsal yapılar kazandırmaktan çok gündelik yaşantımızda çok yer tutan, insanların toplu kullanımına açık yerlerin mimari tasarımını önemsemek gerekiyor. Örneğin Yenikapı'da İDO terminali var, yani yüzbinlerce insan orayı kullanıyor. Orası fiziksel mekân olarak fiyasko. İstanbul'a sembol bir anıt arayışı vardı, Büyükşehir Belediyesi adalardan birinin üzerine Mevlevi heykeli dikmeyi bile önerdi. - Hiçbir metropolün toplam kurtuluşu olamaz, diye düşünüyorum. Sonuçta İstanbulun geleceği vatandaşlık kültürünün gelişmesine bağlı. Tabii yerel yönetimlerin sorumlu çalışmasına da. İstanbul'un sadece bozulmasını engellemek yeterli bir şey değil, iyileştirmek temelinde harekete geçebiliriz. Nâzım'ın dizelerindeki gibi İstanbul 'un geleceğini çizer misiniz? Haydarpaşa 'arsa' değil - Bir deniz ulaşım aracına binerken beklediğiniz mekânda belli bir nitelik artışı varsa, bunlar, damla damla hiç farkında olmadan herkesin toplam yaşam kalitesine ciddi katkıda bulunabilecek şeylerdir. Bunlar kente nefes aldıran kültürel jeneratörlerdir. Gündelik yaşantımıza sızmasını dilediğim bu mekânsal nitelik, Haydarpaşa için geliştirilen projenin ölçeği nedeniyle yumruğa dönüşüyor. Deniz otobüsleri terminali örneğini verdiniz, şimdi Haydarpaşa Garı çevresinde inşa edilecek gökdelenler tartışılıyor. - Evet... Kuşkusuz metropollerde büyük, çok büyük ölçekli mimari müdahaleler yapılır. Buna karşı değilim ve İstanbul'da da yapılmasını beklerim. Ancak Topkapı'nın, Ayasofya'nın, tarihi yarımadanın karşısında Beylikdüzü'nde arsa üretircesine, gökdelenler dikilmesini doğru bulmuyorum. Projenin bu haline karşıyım. Haydarpaşa bölgesi büyük bir arsa gibi algılanmış. Lale'ler adlandırması ise herhalde şaka. Kentin soluğunu kesecek bir yumruk gibi... - Onu ben bilemem ama bir mimar olarak ümit bağladığım çözüm noktalarını söyleyebilirim. Fiziksel ortamlar düzelirse kentin mimari estetik niteliği artar. Ama aslında artan estetik kalite değil, çözümler içeren mekân sayısıdır. Böylece gündelik yaşantımız daha sorunsuz daha nitelikli sürer. İstanbul nasıl kurtulur? - Asos yakınlarında bir tatil evi. Yüksek tempoda çalışan, çok seyahat eden 2 kardeşin bir tür inziva yeri olarak tanımladıkları, 'durma evi' istiyoruz diye yaptırdıkları, 'hayatlarını durdurdukları' ev. İstedikleri basitti, Ege Denizi'ne bakan bir köyün yamacında, etkileyici bir manzarayı en basit şekliyle modern bir yapıya dönüştürmek. 'Biz oraya gidip kitap okumak, müzik dinlemek ve manzaraya bakarak öyle durmak istiyoruz' dediler. Bu tür projelerde mimar olabildiğince bir şeyler yapmak ister. Mimar egoları devreye girer. Bizim mimari tavrımız şu oldu: Şehirliler bu evi kullanacak, ancak köyde var olan geleneksel dokuyla hiçbir yalan ilişkisi kurmadan. Yerel malzemeden, işgücünden yararlandık. Ödül, basitlikle karışık duyguları birleştiren mimari yaratıcılığa verildi. Yapı değerlendiriliyor ama çevresel dokuya, estetiğe bakılıyor, taşçı ustasıyla konuşuyorlar, bütçesini inceliyorlar. Ege'de yaptığınız bir tatil evi projesiyle uluslararası mimarlık çevrelerinde saygın bir ödül olan Ağa Han Ödülü'nü aldınız. Harvard Üniversitesi'nde ödül çerçevesinde bir konferans vermiştiniz. 'B-2' evinin özelliklerini anlatır mısınız? Alansal mücadele vermek gerekiyor - Her şeye rağmen bireysel başarılar kaydeden mimarların kentin görünüme olumlu katkılarını görüyoruz. Piyasa şartları da iyileşmeyi zorlayacak. Bütün niteliksiz fiziksel çevrenin yaratıcıları mimarlarmış gibi bir kanı var, bunu reddederim. Ne yazık ki mimarlık bir lüks gibi algılanmakta. Parası olan adamın zevki için kullanılan bir türdür sanki mimar. Oysa imar temel gereksinimlerimizi gidermeye yarayan bir sorun çözücüdür. İstanbul'a mimari niteliği yüksek, kamusal alanlarda yer alacak bir tür kültürel jeneratörlere dönüşecek önemli mimarlık yapıtlarının kazandırılmasının iyi bir adım olacağını düşünüyorum. Deprem riski olan bir kentte hâlâ çarpık yapılaşma sürüyor. Gecekondu önlenemedi... - Tek yapıyla bir yere gidilemez, alansal mücadele önemlidir. Geçmişte, işte Ayasofya'ya, Süleymaniye'ye gidilir: Bunların günümüzdeki karşılıkları da tutarlı olarak büyük şirketlerin yapılarıdır. Şimdi ne yazık ki bu tür yapıların pek çoğu İstanbul'da mimari niteliklerine çok dikkat edilmeden yapılan yapılar. Yahut mimari örnek oluşturacak ciddiyette ele alınarak tasarlanmamış yapılar. Türlerinin en sıradan örnekleri. Aralardaki dolgular da niteliksiz olunca durum iç açıcı olmuyor. Tek tek yapılar değil, kamusal alan düzenlemeleri öneriyorsunuz İstanbul'a... Modern mimarlığın sorunu, benzeşmek - Bu, modern mimarlığın ağır eleştirilere uğradığı zayıf tarafı. O yere ait kılınmak üzere tasarlanmamış her tür modern yapıda bu tehlike var. Alın alüminyum doğramayı, New York'ta da var, Berlin, Kuala Lumpur, İstanbul'da da. Aynı 'otist' davranışı, bu saydığım şehirlerin hepsinde görebilirsiniz. Coca Cola'nın New York ve İstanbul bürosu arasında bir farklılık yok. Şimdi zaten sorun da bu zaten. Benzeşmek! İstanbul'da örneğin Mimar Sinan'ın camileri dışında Cumhuriyet dönemi tarzının bu kente damgasını vurduğu söylenebilir mi? - Evde ya TV seyrediyor ya da internetle vakit geçiriyorsa bu insanlar, onların evleri de ne kadar farklılaşıyor? Burada yapılacak şey, tasarladığım mekânın tam da orası için olmasıyla ilgilenmek. Yani aynı sokağın köşesinde tasarladığınız yapıyla, ortalarında tasarladığınız yapının bile bazı açılardan farklılıklar içermesi. Dünyada coğrafi aynılık yok. Coğrafyayla ilişki kurarsak farklılaşabiliriz. Gökdelenlerin kuşatması altında eski dokularını kaybetmek üzere olan kentler. Fark kalmıyor. Önce aidiyet, sonra estetik - Eskiden normlar vardı. Safranbolu'ya gidin, neredeyse 1 ya da 2 tip doğrama çıkar ama son derece farklı bir yerleşme oluşmuştur. Odaların neredeyse boyutu bile aynıdır. Çünkü, o devirde, Romanya'dan 3.5 metrelik kereste geliyordur. Daha büyük oda yapılamıyor, ama tek ölçüye sahip keresteyle hepimizin hayran olduğu farklı dokular yaratılabilmiştir. Osmanlı'da mimarın yeri daha mı önemli? - Bu sadece Türkiye'ye özgü değil; 19. yüzyılda sanayileşmenin patlama dönemiyle birlikte modern mimarlık ortaya çıktı ve o hızlı gelişme içinde sakin, aklı başında ürünler verilmesine zaten imkân yoktu. Modern mimarlık da kendisini 1970'lerin sonundan beri çok ciddi sorguluyor. Post modern mimarlık bu sorgulamayı yaptı fakat cevapları felaketti; hele şimdi bu globalizmle birlikte, tekrar biz mimarlar ciddi olarak bu sorunla karşı karşıyayız. Benim yöntemim, tasarlanan yapıyı, tasarlandığı yere olabildiğince ait kılmak, oraya böyle kök salmasını sağlayacak kadar aidiyet sağlamak. Türkiye nasıl böylesine gecekondulaştı? Rant peşinde koşan mimar-müteahhit tipi mi kentlerimizi 1960'lı yıllardan itibaren mahvetti? - Evet önce aidiyet. Estetik bunun sonucunda oluşacak bir şey. Ben böyle bir yapı yapayım, bu yapı şuna benzesin diye hayatımda masaya oturmadım. Çünkü o sizi kilitleyen bir şeydir. Yerel dokuya uygun kimlik... Han Tümertekin, 1958'de İstanbul'da doğdu. İTÜ'de mimarlık eğitimi aldı. 1982-83 arasında Paris'te mimar olarak çalıştı. 1988'de İstanbul Üniversitesi'nde yüksek lisansını tamamladı. 1996'dan bu yana Yıldız Teknik Üniversitesi'nde mimari proje stüdyosu yürütüyor. 2000 yılında Çatalhöyük Müzesi ile Ulusal Mimarlık Ödülü kazandı. 2004'te B-2 Evi ile Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü aldı. Halen kurucusu olduğu Mimarlar Tasarım ve Danışmanlık Hizmetleri'nde çalışmalarını sürdürüyor. HAN TÜMERTEKİN KİMDİR?