Fikret Otyam / Alevi Dünyasını yazdı (2)
Rivayet olunur ve bazı el yazması kitaplar yazar ki, Hüseyin Abdul Sultan, Alevi / Bektaşi toplumunun öncüsüdür, bir aydınlatmacıdır. Torunları da Aleviler arasında her zaman önde tutulmuş saygı görmüştürGüzel deyişler / güzel türküler ve güzel sesliler, güzel tezene vuranlar neden Sivas’ın Divriği Çamşıh’tan çıkıyor asırlardır? Birileri bunu araştırmalı. Ne ki artık bu güzel pınar birbirini izleyen göçlerden kurumada, yazık... Yazık ki hem çok yazık!
Bir avuç Çamşıhlı, bu pınarın kurumaması için düşündükleri çarelerden birisi olan “Çamşıh Halk Ozanları Şenliği’ni" yaşama geçirmişler! İşte o nedenlerle, şenliğin dördüncüsünde Çamşıh’tayım... Önce yörenin ozanları çalıp söyledi, sonra yarışmacılar, yedi iklim dört köşeden sazları sırtlarında gelenler. Kimileri şiirlerini okudu. Seçici Kurul yine halk ozanlarındandı... En iyi Çamşıh türküsü okuyan ve saz çalan... Çamşıhlı büyük ozanı Mehmet Ali Karaaraba Ödülü... En iyi türkü söyleyene Feyzullah Çınar ödülü. En iyi şiire Ali Rıza Yalçın ödülü ve iki ozana daha yarattıkları coşkudan adsız ödüller. İşte maden işçisi Hasan Karabaş’ın, “Gel mavi gözlüm, gel Atatürk’üm gel" deyişi bunlardan birisiydi, işçi can, ödülünü elimden aldı... Ödül, Hıdır Abdal Dergahı’nı gösteren 18x24 renkli bir fotoğraf ve de çerçeveli.
İnanılmaz bir hırsızlık
Peki bu hırsızlar ödüllerini kimden alacak, cesaret ödüllerini yani?
“...Bahar gübresi aldık, 42.5 ton" diye söze başladı dört Çamşıhlı’dan muhtar olanı (muhtarın adı davul zurnaya karışmış, çözemedim banttan) ve ekledi:
“Hepsi bozuk çıktı!.."
“Nasıl olur muhtar, çuvallarda tarih marih yok muydu, son kullanma tarihi falan?"
“Bunun tarihi yok erenler, yok böyle bi şeyi!"
“Peki nereden aldınız bu tonlarca gübreyi?"
Söyledi.
İnanamadım!.
“Tarım Kredi Kooperatifi" diye yineledi ve anlattı:
“...Gübrenin tamamı bozuk çıktı, tamamı yani 42.5 ton gübre!.. Hesaplayın, tonu 700 milyondan! Gerekli her yere başvurduk, il bölge müdürlüğüne, kooperatife falan... Gübreyi atmıştık. Dediler getirin gübreyi... Atılmış gübre nasıl getirilir efendim? Şu anda Çamşıh’ta tüm ekinler kurumuş durumda, bi yandan kuraklık var, büyük bir sıkıntı içindeyiz... Gübre değil, taş toprak! Mecbursun alacaksın, köylü cahildir hakkını arayamaz, ne verirsen mecburen alacak!.. Yıllardır bu böyle, ama böylesine bozuk gübre ilk kez başımıza geliyor. Çaresiz kaldık, sonunda adalete başvurduk. İlgililer gerekli incelemeleri yaptılar ve satılanın gübre olmadığına dair rapor tanzim ettiler, ama nedense bu raporu bize vermiyorlar, kuşku içindeyiz, olaki değiştirilir bu rapor, kuşkumuz bu. Geçenlerde eski bakan Abdülkadir Ateş Bey geldi Divriği’ne, halimizi ona da arzettik, ilgilenecek... Bakalım, belki siz de yazarsınız dedik can."
İddialar korkunç... Aynı olay Şanlıurfa’da da yaşanmış... Bazı Tarım Kredi Kooperatifi halka gübre diye taş / toprak veriyor!
Ülke böylesine sahipsiz mi?
Yüreğim cız etti.
Atalar ve torunları Bir insana üstelik ölmüş bir insana gösterilen sevginin / saygının / özlemin öyküsüdür bundan sonra okuyacaklarınız...
...Rivayet olunur ve bazı el yazması kitaplar yazar ki, Hüseyin Abdul Sultan, Alevi / Bektaşi toplumunun örgütçü bir halk öncüsüdür, bir aydınlatmacıdır.
Ahmet Yesevi öğretisinin / aydınlatmasının erlerinden Hünkar Hacı Bektaş Veli de aynı okulda Lokman Perende tarafından yetiştirilmiştir... O Hoca Ahmet Yesevi ki, tüm Anadolu erenlerinin piri ve öğreticisi olmanın yanı sıra, İslamda ilk kez düzenlemeye gidendir. Gerici ve Arapçı islamcıların tüm baskılarına karşın, Türk gelenek ve göreneklerini, islami kuralların önüne çıkartmıştır ve islamı Türk gelenekleriyle bağdaştırmayı bilmiştir. Böylece İslamda ilk kez güçlü ve örgütlü bir biçimde İslam doğmacılığına ve İslami kuralların her şeyin üzerinde olmasına karşı durmuştur.
Hüseyin Abdul’ın da ataları ışığı ondan almışlardır ve bilinir ki Hoca Ahmet Yesevi’nin Alevilik’te büyük etkisi vardır, saygınlığı ölçüsüzdür. Hüseyin Abdal’ın ataları ve babaları ve de oğulları yaşadıkları dönemlerde Ahmet Yesevi’den gelmenin saygınlığını kullanmışlar,
Karakesici
Hüseyin Abdal’ın atalarından Karakesici, hoca Ahmet Yesevi’den sonra bilinen ikinci büyük atadır. Hacı Bektaş Veli döneminde yaşamıştır ve bir adı da Şemsettin Sultan’dır, evet bir başka adı ise Bostancı Baba’dır.
Karababa
Hüseyin Abdul Sultan’ın babası Kara Halil Baba (Karababa) Alevi katında yüce bir kişidir. Karababa tastamam 32 yıl tüm Alevi ve Bektaşiler’in önderliğini yapmıştır seçildiği 1596 yılından Hakk’a (1) yürüdüğü 1628 yılına kadar. Mezarı Hacı Bektaş’ta Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın girişinde soldan üçüncü mezardır.
Hüseyin Abdal
Karababa’nın oğlu Hüseyin Abdal, dergahta “piştikten" sonra öğütleme göreviyle Malatya topraklarına gönderilir, çalışmalarını tamamladıktan sonra Divriği’nin Höbek köyüne yerleşir, oradan da Tekke köyünün yakınındaki Yeldizen köyüne. Sırası geliyor Tekke köyüne gelip inancı yayma çabalarına başlıyor... Işığı alanlar gün gün çoğalıyor, Divriği / Kangal / Arguvan / Malatya / Tokat / özellikle Zile ve Maraş / Şarkışla / Kayseri’nin Sivas’a yakın köyleri Erzincan yörelerinde “taliplik" “dedeölik ilişkisi kurarak örgütlenme ağını alabildiğine yayıyor ve Hakk’a yürüdüğünde Tekke’yi oğlu Budala Ali Baba yürütür. Hüseyin Abdal’ın Çamşıh için önemi buradan kaynaklanır ve bilinir ki Çamşıhlılar’ın neredeyse tamamı onun soyundan yürümedir.
Rivayet olunur ki Budala Ali Baba safın biriymiş, Aleviliğe fazla bir katkısı olmamış/olamamış. Yine rivayet olunur ki Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Kör Süleyman köyünde bulunan Mehmet Ağa’nın türbesinin bulunduğu tepeye Ali Baba Tepesi denir.
Osmanlı zulmü tak edinceHüseyin Abdal’ın torunlarından Büyük Mehmet Ağa’nın bir başka yeri vardır Çamşıhlılar’da. Zira Çamşıh’ı, Büyük Mehmet Ağa kurtarmıştır.
Osmanlının zulmü alıp yürümüş... Asmalar... Kesmeler... Fukara halkın kaldıramayacağı kadar vergiler... Zulüm bir yanda... Zulmü aşan vergi bir yanda, halka hakaret bir yanda ve bütün bunlar canlara tak edince Büyük Mehmet Ağa ve Köse Hasan Paşa, Osmanlı zulmüne dur demek için isyan bayrağını çekerler. Bu kocaman bir çoğunluğa, azınlığın başkaldırısıdır!.. Aşiret, çarpışa çarpışa Akçadağ’a kadar varıyor ne ki Osmanlı, etraflarını çevirmiştir... Açlık ve susuzluk ve bir avuçluk... Bunun adı çaresizliktir... Aşiret ne ot bulursa yiyor ve de ağaç kabuklarını! Önderler bakıyorlar ki bu direnişi sürdürün deseler, aşiret zaten perişan, bin beter olacak!
Artık tek çıkar yol teslimdir. Büyük Mehmet Ağa, yanındakilere buyrukluyor:
“İçeri bir kazan koyun, öleceğim!"
Bir süre sonra çadıra varanlar, Mehmet Ağa’nın ölüsünü yerde buluyorlar ve üzürinde bir örtü vardır ve beden daha sıcaktır.
Yeniden yunarlar, kefenlerler ve Kör Süleyman köyünde topraklarlar. Köse Hasan Paşa’nın kellesi derhal uçurulur, mumlanıp İstanbul’a salınır Padişah’a arz için!
Kör Süleyman köyü Tarih anlatısı bitti. Şimdi size 1978/79 yıllarındaki Kör Süleyman köyünde başıma gelenleri ve başlarına getirdiklerimizi anlatacağım, sabrınızı yitirmeyin!
Kör Süleyman, Kürecik bucağına bağlıdır. Malatya karayoluna taa tepelerden bakar. Kadınları resmen ve alenen delidir, delilikleri temizlikten / titizlikten... Evlerini her hafta o tatlı kahverengi çamurla ve kireçle badana ederler, eşikleri bile!. Çamuru ya da kireci kararlar, alırlar ellerine bir parça kuzu postunu, bundan sonra Ali’yi seven tutmasın!.. Hayvancılığa bayılırlar... Hele hele meyvecilik, illa kayısı... Bölgede kayısı yarışmasında birinciliği kaptırdıkları bilinmiyor...
İşte oranın okumuşlardan ünlü grafik ve fotoğraf sanatçısı İbrahim Demirel de bu köydendir. Filiz, İbrahim ve bu satırların yazarı 1978 sonlarında fotoğraf makinelerimizi yükleyip yollara düştük. Güneydoğu ve Doğuanadolu’da on iki gün süren ve altı bin kilometrelik gezide İbrahim’in köyünde de konakladık.
Meyvecilik almış yürümüş, ah daha su olaymış...
Ah daha
okul olaymış, daha daha okusalarmış.
Birkaç kez daha uzandık Kör Süleyman’a.
Sözünde duran bir bakan: Ali Topuz
İlla su, su, su... Ah biraz daha su olaymış, meyve cenneti yaparlarmış dağları taşları... Köy İşleri Bakanı Ali Topuz, telefonda anlattıklarımı dinledikten sonra gelecek yılın bütçesine oraya bir gölet için ödenek koyacağına söz verdi. Günlük yazımda bunu köylülere mutularken
telefon çaldı, Ali Topuz, bir yerden ödenek bulduğunu, çalışmalara hemen başlayacaklarını bildiriverdi!
Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur da duygulanınca...
İlla su... İlla okul. Bin dokuz yüz ellilerde, gazeteciliğimin başlangıcında adliye / polis muhabiri iken, o İstanbul Emniyet İkinci Şube Müdürü ve yazılarım yer aldığı Varlık Sanat dergisini okuyan sanırım tek polis şefidir, dostluk buradandır ve o, bu satırların yazarı için “sayın bakan" değil, ellili yıllardan bu yana “Necdet Ağabeyödir.
Kör Süleyman’daki bir olaya ilişkin yaptığım röportajı banda okudum, anlatımsız bir ağıt da vardı bu kasette yarı Türkçe, yarı Kürtçe... “Sevgili Necdet Ağabey" diye başlayan kısa bir mektupla, röportaj kaseti ulaştı Milli Eğitim Bakanı’na ve bakan sabahın köründe ağlamaklı bir sesle aradı, “Haber ver köylülere" dedi... “Bana getir onları."
Okul bir yıl içinde yapıldıKöy muhtarı, ihtiyar heyeti, köyün ileri gelenlerinden iki temsilci sabah dokuzda bakanın odasındayız. Grafiker İbrahim Demirel’in yaptığı grafikleri içeren kocaman bir dosya... Köyde ve yakın köylerde okuma yazma oranı / okul çağı çocuk kız, erkek. Bu köylerin Kör Süleyman’a uzaklıkları. Yapılacak okuldan yararlanacak çocuk sayısı ve köylüler, okul yerini verecek.
Orta öğretim genel müdürü, ilgili müdürler konuyu tartışıyoruz... İsteklilerin aklından geçen meslek öğreten bir okul... Genel müdür direniyor, “Ben" diyor, “Köy Enstitüsü çıkışlıyım, bir köylü çocuğuyum, ama bu isteğe karşıyım, üç beş öğretmenle bir okulun yararı değil zararı vardır" Acep haklım’ola?
Çıkışta köy muhtarı kurulu mutlu... “..Belki okul işi olmayacak, ama bizler adamdan sayıldığımızı gördük / öğrendik... Bakanın genel müdürüynen tartıştık, bakanın çayını kahvesini içtik bizi can gözüyle dinnedi... Ne mutlu bize..."
Bir yıl sonra Kör Süleymanlı bebeler ve dahi yakın köy bebeleri yeni ortaokullarındadır, en uzak düşen köyde de okul açmıştır
Devlet Baba.
Ali Topuz’a ve dahi Necdet Uğur’a bu vesileyle de bir selamım çokmo’ola?
Ağıtlı ropörtaj kasetinde ne mi vardı?
Sır değil, açıklayayım.
“Turnalar uçuyor dizi dizi"Turna kuşu, allısı / tellisi Alevi toplumunda da çok kutsaldır. Sesi, “Ali’nin avazı" olarak algılanır. Allı Turna, Telli Turna Hindistan ve Japonya’da, Kore’de de kutsaldır. Japonya’da, Kore’de kutsal aile birliğini simgeler ve barışı/kerdeşliği.
Bir türkü, “Alli Turnam bizim ele varırsın" diye başlar ve devam eder, “Şeker söyle, kaymak söyle bal söyle / Eğer bizi sual eden olursa / Boynu bükük benzi soluk yar söyle / Ah, gülüm gülüm kırıldı kolum, tutmuyor elim turnalar hey!"
Namı Bebek’miş...
Küçükten beri öyle güzel öyle güzel bir çocukmuş ki köy halkı gerçek adını unutmuş, hep Bebek diye çağırırlarmış. Bebek büyümüş olmuş bir filinta endam delikanlı.
İlki, ortayı pek güzel ama pek güzel okumuş Bebek, takıntı, ikmal neyim bilmemiş sekiz yıl.
Daha da okuyacağım diye tutturmaya başlamış, ağaları, yeğenleri arkadaşları gibi.
Meraklısına not: (1)
Hakk’a yürümek: Hak, Tanrı.
Hakk’a yürümek: ölmek.
Yarınki yazı okuma sevdalısı Bebek adlı delikanlının başına gelenleri anlatır. Ağıtlar eşliğinde