Defilelerin ardı ardına gerçekleştiği bu günlerde, farklı bir perspektiften bakarak her şeyin mükemmel göründüğü sahnenin arkasındaki hummalı çalışmalardan bahsetmek istedim.
Milano Istituto Marangoni'de üniversiteyi okuduğum yıllarda, İtalya'daki en büyük açık ingilizce bilen, deneyimli, dikişten ve kumaştan anlayan giydiriciler bulmaktı. Mankenlerin çoğu yabancı asıllıydı ve iyi ingilizce bilen italyan bulmak bir hayli güçtü. Hal böyle olunca dev markalar, moda tasarım eğitimi veren prestijli kurum ve üniversitelerden yardım istemeye başladılar. İstituto Marangoni'de benim zamanımda iniglizce eğitim veren program olmadığından ve çoğunluk iniglizce bilmediğinden, fırsatı değerlendirerek giydiricilik için hemen gönüllü oldum ve mülakatlari geçtim.
Frankie Morello, Trussardi, DSQUARED, Chicca Lualdi Beequeen, Gucci gibi dev markaların sahne arkasında mankenlerini giydirecektim. O günkü heyecanımı hala hatırlıyorum. İlk defile deneyimimi Frankie Morello ile yaşadım. Defileye bir hafta kala provalara çağırıldım. Giydireceğim mankenim ile tanıştım. Hangi kıyafetleri giydireceğim ve ne şekilde giydirmem gerektiğim konusunda kısa bir bilgilendirme aldıktan sonra defile günü kıyafetleri ne şekilde teslim edeceğim hususunda da aydınlatıldım.(Mankenler defile sonrasında ışık hızıyla giyinerek kulisi terk ediyor ve siz ters düz olmuş kıyafetleri teker teker askılarına ve kılıflarına geçirmek için yapayalnız kalıyorsunuz) Mankenim iki kez podyuma çıkıyordu ve iki performansı arasındaki zamanda adeta dakikalarla yarışıyorduk. Yaklaşık 3 dakikada kusursuz bir şekilde giyinmesini sağlamam gerekiyordu. Fakat asıl zor tarafı çeşitli aksesuarlarını, kemerini ve oldukça çetrefilli olan ayakkabısını bağlamayı da bu 3 dakika içine sığdırmaktı.
Provalarda çok iyi anlaştığım mankenimle güzel bir diyalog kurmuştuk ve defile günü gelip çattığında başıma neler geleceğinden bir haber tüm heyecanımla sıramızın gelmesini bekliyordum. İlk kıyafeti giydirmek için vakit olduğundan oldukça kolaydı. Sonrası tam bir gerilim filmi...
Mankenim koşarak içeri girdi, ikinci outfitini bir çırpıda giydirdim, aksesuarlarını taktım. Her şey çok güzel ilerliyor, fakat o da ne! Defile günü ayakkabı dağıtımını yaparken bize, mankenimin ayak numarası olan 41 numara stilettoları vermek yerine 39 numara bir ayakkabı bırakmışlar ve bu durumu bildirip ikaz etmek için hiç vaktimiz yok. Ayakkabı üzerinde bağlamam gereken en az 7 adet ip var, kızcağız ayakkabı ayağını kanattığı için ağlamaklı fakat durmamı istemiyor. Ben onun yerine üzülürken stresten yüzüm kıpkırmızı ne yapacağımı, kızcağızı nasıl teselli edeceğimi bilemez haldeyim. Kafamı kaldırdım, bir de ne göreyim... Fashion TV, ben bağcıkları bağlamaya çalışırken bizi çekiyor, çin topuzu saçlarım ve kızarmış yanaklarımla el sallamamı rica ediyor... Mankenimin podyuma çıkmadan son 3 saniyesi fakat içi kan ağlarken profesyonel bir şekilde gülümsemeyi başarıyor ve mucizevi şekilde 2 numara küçük ayakkabıları ile defiledeki sırasını savmayı başarıyor. Ömrümüzden ömür gittiğini hatırlıyorum. Birbirimize sarıldık ve nasıl atlattığımızı düşündükçe kendimizi daha da şanslı hissettik.
Fakat ortam o kadar büyüleyici ve dinamikti ki ilk defile deneyimimde giydirici olarak yaşadığım kötü tecrübenin beni etkilemesine izin vermedim. Üç sene boyunca çeşitli defilelerde çalışmaya devam ettim.
Bu süreçte öğrendiğim bir şey varsa o da podyum arkasında çalışanların 10 dakikalık defileler için büyük emekler harcadıkları ve aylarca süren hazırlıklar yaptıklarıdır. Bir koleksiyonu sevmek veya hoşlanmamak tamamen kişisel olsa da, podyum arkasındaki emekçileri düşünerek 10 dakikayı görsel şölene dönüştüren bu kadrolara ve emeklerine sonsuz saygılar.