Çocuklar için dünya şimdi daha da korunaksız. Patlayan bombalar, savaşlar, kötü insanlar. Annelerin kaygıları, korkuları her okunan haberle daha da artıyor.
Dünya bütün kara ütopyaları gerçekleştirmek için çabalıyor sanki. Tüm Poliyanalar öldü bu karamsarlıkta.
Bizim evde televizyon izleme alışkanlığı yoktur, bu yüzden akşam haberlerini ailecek seyretmeyiz. Dolayısıyla çocuklar haberlerin o kara yüzünden bi haberler. Bazan birilerine gezmeye gittiğimizde, ya da es kaza arabada ilerleken açık radyoda haber saatlerinde kulaklarına çarpanlar özellile Ayşe'yi çok korkutur. Şükür ki o hala dünyada tüm bunların her gün sürüp gittiğinin farkında değil. Acele tarafından kapatırız haberleri. Artık o kara haberleri duymaya büyüklerin de kulaları dayanmıyor. Ve ne zaman savaşlarda ölen çocuk haberleri dolsa kulaklarıma Stephan Zweig'in ikinci dünya savaşının mavi küreyi getirdiği duruma dayanamayıp kendini öldürmesi gelir aklıma. Biz ise bunca kir pas içinde ruhumuzu öldürüyoruz her gün.
Anneler her akşam evde tüm çocuklar gelene ve sayılana kadar tedirginler.
Geçen gün Halep te bombardumanda yaralanmış ve yedi çocuğu bombardımanda bir yerlere kaçtığı için tekerlekli sandalyede eşiyle birikte onları araken ölen anne hepmizin malumu. O anne artık öbür dünyada cenneti de verseler dinmeyecek bir endişeye öldü. Kaygısı cennette evlatlarıyla buluşana kadar dinmeyecek bana göre.
Bu sabah kalktığımızda şehirde kar yağıyordu. Sabah hava neredeyse ağarmamıştı daha, ailecek sokağa indik arabaya binip okullara dağılmadan onbeş dakika kar topu oynadık el değmemiş beyazlıktaki sokakta. Kış günü, güne mutlu başladık anlayacağınız, ailecek ve güvende. Sonra savaşa uyananlar geldi aklıma, savaşa uyanan annelerin ısıtamağı doyuramadığı evlatlarının tuzlu gözyaşları değdi sanki elime. Savaşta sabaha nasıl uyanılır hissetmeye çalıştım, bilemedim, beceremedim empati kurmayı. Umarım asla bilemeyiz ve herkes unutur.
Ayşe küçük mahalemizde özellikle eşimin yoğun ısrarıyla; her çocuğun yaşaması gerektiği gibi ilk kez sokağa çıkmaya başladığı dönemlerde Murat ve ben camın arkasında nöbetleşe bekler, onu izlerdik (nöbetin çoğu ısrarcı olan kişi olduğundan Murat'a yazılırdı) Ama ben sokağa çıkmadan Ayşe'ye öyle tebihlerde bulunurdum ki çocuğu farketmeden sokağa değil bir karabasana yollarmışım meğer.
Bir gün parkta oynarken koşarak geldi ve zile bastı balkona çıktım hemen.
"Anne şurdan iki adam geçiyor (uzakça birmesafeyi gösteriyordu) bunlar kötü adamlar olabilir mi? Sana sormak için geldim." dedi.
İşte tam bu konuşmada da Michael Moor'un "Benim Cici Silahım" filmi geldi hatırıma. Yarattığımız endişe ve korku krallığı.. Bizi esir alan. Ama genede gerçeiği su götürmez.
Özgürlük, oynayabilme hakkı, çocuk olabilme hakkını ihlal etmeden onları güvende tutabilmek kaygısı evrensel bir kaygıya dönüştü.
Sanki dünya ağzını açmış çocukları yutmak için fırsat kolluyor. Bunu da insanlar eliyle yapıyor yazık ki. Doğada pek çok canlı neslini ayakta tutabilmek için grup aklını çalıştırıken, biz onlardan yoksul kaldık bu konuda.
Çocuk dediğin yüzünde çiçekler açan, gördüğü herşeyi coşku rengine boyayan bir uhrevi varlık oysa ki. Bir çok sanatçı ortak bir dille daha iyi bir tanım bulamadığından resimlerde melekleri çocuk suretlerine büründrümüşler.
Yaratıcı bile onları günahlardan münezzeh kılmışken biz hangi günahın yükünü sırtlarına yükleyip cehennemlere atıyoruz onları. Haddi aşanlardan olduk...
Çocuklu maceramız için
https://www.facebook.com/ANNEEBAK/