Bir zamanlar Türkler’le iç içe yaşayan Rumlar’ın adayı terk etmesinin ardından sessizliğe bürünmüş Gökçeada. Önce otele yerleşiyor sonra eski dostların kapısını çalıyorum tek tek
      kabatepe’den kalkan arabalı vapuru Türkiye’nin en büyük adası Gökçeada’ya (İmroz) doğru yaklaşırken üç yıl önceki gibi içimde fırtınalar kopuyor yeniden. Önce Kuzuluk Limanı gözüküyor çorak toprakların arasından, sonra vapur yanaşıyor iskeleye. Askerlerin arasından geçip, süzülerek gidiyoruz Gökçeada içlerine. Kurak topraklar, sevimsiz binalar sonra zeytinlikler başlayınca boğuluyoruz yeşile, çiçeğe... Merkeze (Panayia) geldiğimiz zaman önce küçük bir meydan, sonra Kaleköy Limanı’na uzanıyor yolumuz. Sağımız solumuz resmi binalar. En verimli, yemyeşil ovanın tam “ortasına" yapılan dev havaalanına ise hayretle bakıyorum. Bu müthiş yerleşimi ancak “yurdum insanı" inşa edebilir diye düşünüyorum!
      Kenarında küçük pansiyon ve lokantaların olduğu Kaleköy Limanı şipşirin. Kumluk koy sessiz sakin, masmavi suları girecekleri kucaklamak ister gibi kıpırdamadan bekliyor. Güzelim koyun bir ucuna yapılan 60 odalı, 128 yataklı, üç yıldızlı otel inşaatına ise hiçbir mana veremiyorum!
      Öylesine sessiz ki Kaleköy, yüksek sesle konuşmak bile ayıp geliyor insana. Eşyalarımı tertemiz çarşafların serili olduğu Kalimerhaba pansiyondaki deniz manzaralı odama yerleştirdikten sonra lokantaya iniyorum. Önce yorgunluk birası, sonra yeşillikler donatıyor soframızı.
      Her yıl ortalama 20 bin turistin geldiği Gökçeada sessiz sakin, manzarası doyumsuz, denizi güzel, balığı bol ama nedense bu köşeyi pek bilmiyoruz galiba. Belki arabalı vapur seferlerinin azlığı, belki de fazla tanımamak ürkütüyor insanımızı. Oysa hüzünle karışık, müthiş bir güzellik ve yerleşmiş bir kültür var Gökçeada’da.
      Bir dağın eteklerine kurulan Zeytinliköy (Aya Todori), gün batımı ve mehtabın en güzel seyredildiği köşe Kaleköy (Kastro), daracık sokaklar üzerinde birbirinden güzel evlerin olduğu Bademliköy (Gliki), rüzgarın eksik olmadığı masmavi baraj gölüne bakan Tepeköy (Ağridya), bir zamanlar üç bin kişinin yaşadığı, Türkiye’nin en büyük ve dokulu köyü Dereköy (Sinudi)...
     Â
Yaşanacak köşe       Önce merkezden dört kilometre uzaklıkta, zeytin ve zakkum ağaçlarıyla çevrili olan Zeytinliköy’e doğru uzanıyor yolumuz. İri taşlar döşeli olan yoldan küçük meydana geldiğim zaman Madam Maria ve kocası Yani’yi arıyor gözlerim. Belki öğlen sıcağı olduğu için kahvelerini açmadılar. Duvarları yurt dışından gelen mektuplar ve fotoğraflarla kaplı olan Orhan Bey’in kahvesi ise açık. Tam orta yerde de “adada" trafik kazasına kurban giden Andon’un büyük boy fotoğrafı duruyor!
      Orhan Bey önce kendi elleriyle pişirdiği dibek kahvesini getiriyor, sonra sohbet başlıyor. İstanbullu Orhan Karatay Almanya’da 21 yıl çalıştıktan sonra, 1979’da Zeytinliköy’e yerleşmiş. İlkokul açık olduğu için dört yavrusu da köyde ilk eğitimlerini yapmışlar ama sonra hepsi okumak için İstanbul’a göçmüş. 1991’e kadar 23 Ağustos’ta Zeytinliköy’de kutlanan Meryem Ana Panayırı için dünyanın her tarafından köye akın eden Rumlar’a sofralar da donatmış. Ancak ada ruhunu bilmeyen, kadın kız görmeyen, Anadolu’nun bağrından çıkmış “su" görmemiş “Türk insanı" içkili bir halde Rumlar’ın panayır eğlencesine “davetsiz" dalıp, olay çıkartmasından sonra
yemek faslına nokta koymak zorunda kalmış.
      Kahveden çıkıp, 20 metre ötedeki adanın insanlık havarisi sevgili doktoru (şimdi yaşamıyor) Dimitri Fokas’ın kapısını çalıyorum. Perde aralanır gibi oluyor ama Foka’nın eşi Bayan Eleni neden kapıyı açmıyor acaba? Nedenini sorduğum zaman Orhan Bey üzgün bir halde, “Sizi tanımadığı için ürkmüştür herhalde" diyor. Oysa eskiden kapılarda kilit yokmuş ki! Daracık taş sokakların iki tarafı pembe çiçek açmış zakkum ağaçlarıyla kaplı. Birbirinden güzel taş evlerin üzerinde ise asma kilitler var. Ağustos ayında “yaşamaya" başlayan evlerin pencereleri ise kalın demirlerle kaplanmış. Ne yapsın ki Türk vatandaşı Rumlar. Ya evleri Kaleköy ve Bademli’deki gibi işgale uğrarsa? Uğraş dur mahkeme kapılarında. Haklı olmalarına rağmen genellikle mahkeme de onların aleyhlerine karar veriyor zaten!
     Â
Ayios Yeorgios Kilisesi      Yamaca kurulan köyün girişinde Ayios Yeorgios kilisesi çok bakımlı ama o koca ilkokul, zeytinyağı fabrikası öylesine harap ki... Bir zamanlar yüzlerce insanın yaşadığı (şimdi 56 Rum var) Zeytinliköy’de tek tük de olsa yaşlı insanlar çıkıyor karşıma. Eskiden köyün en iyi terzisi olan Tasula Hanım, çiçeklerle donatılmış evinin bahçesinde yalnız başına hüzünlü hüzünlü oturuyor; hem de bastonuna dayanarak. Fener Rum Patriği Barthelemeos’un babasının işlettiği
kahve kapalı, Amerikan ortodoksları lideri Yakovas’ın evi demirli. Üç yıl önce tanıştığım Stelyani Kuleli’nin sardunyalı evinin kapısını “korkarak" çalıyorum. 1940’da Gökçeada güzeli seçilen Stelyani, mavi gözleri ışıldayarak kapıyı açınca, sarmaş dolaş oluyoruz. 85 yaşında Stelyani, zor yürümesine rağmen evi tertemiz, çiçek içinde. Öylesine misafirperver ki hemen çikolata, kahve, kurabiye ikram etmeye çalışıyor.
     Â
Tepeköy’in fatihi Yorgo      Zeytinliköy’den ayrılıp, ana yola çıktıktan sonra Tepeköy’e (Ağridya) doğru yol gidiyor. Yolun iki yanı zeytin, çam ve keçi boynuzu ağaçlarıyla kaplı. Ege ve Akdeniz’e
has mersin bitkisi ile iğde çiçeğinin kokusu göğü kaplıyor. Bol virajlı, darca bir yoldan Tepeköy’e tırmanıyoruz ama meydan bomboş. Oysa üç yıl önce panayır zamanı geldiğim Tepeköy’ün yolu ve meydanı öylesine kalabalıktı ki, yürümek bile çok zordu.
      Şu anda 76 kişinin yaşadığı Tepeköy’de aziz dostum Yorgo Zarbozan ve inşaat işçilerinin dışında pek insan yok gibi. Yorgo ise Tepeköy’ün “fatihi" olmuş. Nasıl mı? 1958’de lise ve üniversiteye gitmek için köyden ayrılıp, İstanbul’a göçen Yorgo kimya mühendisi olup, fabrikasının başına geçtikten sonra epey para kazanmış. Yaş ilerleyip, doğduğu topraklara özlem başladığı zaman da malı mülkü satıp, köyüne dönmüş. Evini onarmış, sonra pansiyonculuğa başlamış. Arkasından bir de meyhane açmış. Yorgo’nun yıllardır süren çabasını gören diğer Rumlar da yavaş yavaş evlerini onarmaya başlamışlar nihayet.
      Rumlar zamanında Tepeköy’de bir ilkokul, iki gazino, üç ayakkabı imalathanesi, iki zeytinyağı fabrikası, üç elbise atölyesi, dokuz ticari dokuma tezgahı varmış. Tüm adada sekiz bin Rum, 500 Türk dostluk içinde yaşarken 1965’de Dereköy’ün yakınlarına açıkhava cezaevi yapılıp, mahkumlar “serbestçe" dolaşmaya başladıktan sonra Rumlar’ın da huzuru iyice kaçmaya başlamış. Köyler yavaş yavaş boşalırken önce okullar kapanmış, sonra da ovalar istimlak edilmeye başlanmış. Yumurtanın tanesi 28 kuruşken, Rumlar’ın arsalarının metrekaresi sekiz kuruştan alınmış!
      Yorgo’nun kapısını çaldığım zaman sürüklenen bir ayak sesi duyuyorum. Bir süre sonra kapı açılıyor. Yorgo yine güleryüzlü ama bir ayak kırık, alçıda. Kolları yara bere içinde, mosmor. Şaşkın bir halde nedenini öğrenmeye çalışınca Türk vatandaşı sevgili dostum Yorgo dertli dertli anlatıyor.
      - Köydeki onarımları Kürt işçiler yapıyordu ama pek memnun değildim. Başka bir işçi buldum ama onarım devam ederken onu da dövdüler. Nisan ayının 15’inde yolumu kesen maskeli dört kişi, kazma sapıyla kafama vurup, beni ölüme terkettiler. Otomobilimin anahtarını tarlaya fırlattılar. Allahtan yedek anahtarım vardı da, bir gayret otomobilimi zar zor kullanıp, hastaneye gidebildim.
     Â
Rumlar’ın evleri işgal!       Dünyada 13 tane İmrozlular Derneği var. Hepsi birbirlerine kenetli olarak haberleştikleri için Yorgo’nun başına gelen olay tam bir saat sonra Yunan TV’lerine, ertesi günü de basına yansımış. Lahey’deki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye ile ilgili 35 davanın 14’ü de Gökçeada’yla ilgili zaten.
      Anlayacağınız çok eski tarihlerde huzur rüzgarlarının estiği, evlerden şen kahkahaların yükseldiği, tarladaki iş bitiminden sonra herkesin tertemiz giyinip, eğlenmeye gittiği tavernalar şimdi hoş bir hayal. Bu güzelim adanın her tarafında rant kavgası var artık. Mafya adımını çoktan atmış bile. “Kürt İdris" Yıldız koyuna 250 kişilik diskotek ve lokanta yapıyor. Tatil köyü de sırada zaten. “Hatırlı" kişilere imar izni veriliyor. Çivi çakılmayacak yerlere bol bol “büyük çiviler" çakılıyor. Kaleköy (Kastro) ile Bademli’deki (Gliki) Rumlar’ın “tapulu", vergilerini ödedikleri evleri 1974’de cezaevinden çıkan eski mahkumlar ve doğudan gelen kişiler tarafından resmen işgal edilip, üstüne oturulmuş. Bir tek Tepeköy ve Zeytinliköy’ü işgal edememişler. Şimdi de gözlerini oralara dikmişler ama dayanışma gösteren iki köy halkı bu işgalcilere göz açtırmayacak herhalde.
      Zeytinliköy gibi birbirinden güzel ve bakımlı evlerle kaplı Tepeköy tam karşısındaki barajın mavi sularına hüzünle bakıyor. Azra Erhat’ın “Mavi Yolculuk" kitabında anlattığı köyün mesire yeri suyun yanıbaşındaki Pınarbaşı (İspilya), karşısındaki Yunan adası Semadirek’e Ege’nin barış rüzgarlarını yollamaya çalışıyor. Bir de bu barış güvercinini görüp, adanın kendine has özel dokusunu anlayabilecek “mülki erkan" olabilse...