Özellikle 18’inci yüzyıl Avrupası'nda yüksek ekonomik değeriyle bir zenginlik sembolü haline gelen tarçın, Osmanlı’da et yemeklerine ve tatlılara koyulurdu. Güney Asya ve Orta Doğu mutfaklarında et ve tavuk yemeklerinin, pilavların hatta midye gibi deniz mahsullerinin içine katılarak yemeğe hafif bir tatlılık verilirdi. Özellikle tavuk yemeklerinin vazgeçilmezi olan baharat Türk mutfağında ağırlıklı olarak tatlılarda ve hamur işlerinde tercih edilirdi. Tarçın özellikle antioksidan etkisiyle bağışıklığı güçlendirir. Enfeksiyonlarla savaşır ve diyabet ile mücadeleyi destekler. Nörodejeneratif rahatsızlık riskini düşüren tarçın, emziren annelerin sütünü artırır. Ek olarak kilo vermeyi kolaylaştırır ve ağız ve diş sağlığını destekler. Tarçın bağırsakları da rahatlatır.
Deniz ürünlerini en çok tüketen padişah da yine Fatih Sultan Mehmet'ti. Kekikli yılan balığı favorisi yemeklerindendi. Sabahları sarımsaklı, sirkeli ve soğanlı balık çorbası içerdi. Her öğününde mutlaka karides ve istiridye olurdu.
Fatih Sultan Mehmet en çok sevilen yemeklerden biri olan mantı bağımlısıydı. Topkapı Sarayı’nın mutfak defterlerine göre, 28 gün arka arkaya mantı yediği zamanlar bile vardı. Ayrıca padişahın sofrası sebzesiz olmazdı, kış aylarında pırasa, lahana ve ıspanak vazgeçilmezler arasındaydı. Sonbahara girerken mutlaka sarı erik çorbası yapılırdı.
Yoğurdunu gümüş tastan yiyen padişah, hoşaflardan en çok üzümü, şerbetlerden en çok naneli üzüm şerbetini severdi. Şerbetleri yemekle beraber içerdi. Kışın yemeğin üstüne pekmez ve boza da içerdi. Meyveler mevsimine göre değişiyor olsa da armudu, narı, çağla bademi ve inciri çok severdi, meyveler padişaha Üsküdar kaymağıyla sunulurdu.
Fatih Sultan Mehmet muhallebi, zerde, baklava, sütlü kadayıf, helva gibi tüm tatlıları çok severdi. Ancak olmazsa olmazı baldı ve reçelleri üç ayda bir mutlaka tazelenirdi. Unu Bursa'dan, balı Malkara'dan, zeytini İzmit'ten, tuzu Eflak'tan, üzümü Ankara Kalecik'ten getirtilirdi. Patlıcan ise Çin'den gelirdi. Ekmekler çok çeşitli olurdu. Has ekmek, beç ekmeği, mirahor ekmeği, imam ekmeği, nohut ekmeği, şekerli ekmek, yağlı halka, simit, pide, beç poğaçası arasından canı hangisini çekerse onu yerdi.
Hayatı boyunca domates, biber, taze fasulye ve patates tatmamıştı. Çünkü Amerika keşfedilmemişti ve bu sebzelerin anavatanı Amerika kıtasıydı, henüz Avrupa'da bilinmiyorlardı.
Topkapı Sarayı mutfağı sadece padişah için çalışmıyordu. Her gün beş bin kişiye yemek çıkan mutfakta, aşçıbaşı, sakabaşı, ocakbaşı, kebapçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı, balıkçı, bamyacı, perhizci, helvacı, kasapbaşı, yoğurtçu, sütçü, sebzeci, tavukçu, simitçi, buzcu, karcı görev yapardı. 1490 yılında, Topkapı Sarayı'nın mutfağına 17 bin koyun, 410 ton un, 200 ton pirinç alınmıştı. 1573 yılında bu mutfaktan daha çok kişi faydalanmaya başlamıştı. Bu nedenle alınan koyun sayısı 35 bine, un bin tona, pirinç 730 tona çıkmıştı. 1660 yılında ise artık 10 bin kişiye yemek hazırlanıyordu, neredeyse günde 3.5 ton et, bin ton pirinç tüketiliyordu.