Dior’un Miss Dior ismini taşıyan parfümünün yeni yüzü Natalie Portman ekim ayı başında dolaşıma giren reklam videosunda aşkın birbirinin içine geçmiş duygularını bize gösterip en sonunda soruyor: “Ya sen? Sen aşkın için ne yapardın?”
Mesleki eğilimlerim beni elbette işin pazarlama ve markalama detaylarını incelemeye itti. Reklam filmi kısa ama vurucu. Miss Dior’un kimliğinde taşıdığı haute couture tarzı, uçarılığı, taşkınlığı, duygularını olduğu gibi yaşama cesaretini etkili bir şekilde bize geçiriyor. Ve en sonunda bizi çarpıcı bir soruyla baş başa bırakıyor.
Aşk için ne yaparsınız? Ne kadar ileri gidersiniz? Neleri göze alırsınız?
Mesele aşksa, pazarlama işini bir kenara bırakıp Sezen Aksu’ya kulak vereyim diyorum. Ne diyordu Minik Serçe? “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk.” Ama sevgili diva, artık biraz daha aşktan yana gülsek olmaz mı? İlla da kendimizi yok mu etmeliyiz aşk için? Bize yıllardır ezberletilen “sen yoksan benim hayatımın hiçbir anlamı yok” klişesini yerle bir etmenin zamanı gelmedi mi? Yıkıcı duygulardan ne zaman bir fayda gördük ki aşk gibi, sevgi gibi güzel duyguların da bizi yıkıma götürmesini isteyelim ki? Bırakın artık, aşk ve sevgi bizi yaşatsın!
Ay lütfen “Ama aşk dediğin insana çılgınlıklar yaptırır!” gibi cümleler kurup bu çılgınlıkları hep dramla, hep olumsuzluklarla özdeşleştirmeyelim artık kafamızda. Sevgilinizle yaşadığınız aşk tatlı, inişli çıkışlı da olsa güvenli, kendinizi olduğunuz gibi yaşayabildiğiniz bir ilişki vermiyor mu size? Ya da tek aşkının Allah olduğunu söyleyen inançlı insanlar hayır işleyip kendilerini efendilerinin nezdinde daha kıymetli, daha faydalı insanlar haline getirmeye çalışmıyorlar mı? İşine aşkla bağlı olanlar alın terini başarıya çevirmiyor mu?
Etrafıma baktığımda gördüklerimi, içimdeki duyguya, zihnimdeki fikre göre anlamlandırıyorum, doğru. Ancak kimi zaman insan bir iç muhasebeye girer ve bazı hislerini ve fikirlerini mahkeme kürsüsüne oturtur. Söyle bakalım, sen beni neden hep aşağı çekiyorsun, tam gülecekken neden gözümden yaş getiriyorsun diye hesap sorar. İşte, aşkın yalnızca yıkıcı bir duygu olduğu yönündeki o eski fikir de bence kürsüye çıkmalı artık.
Kış geldi diye kalbimize buz tutturmayalım. Aşk dediğin etrafını yakacak kadar canlı ve kendini kavgacı bir tutku üzerinden tanımlayan bir duygu gibi görünüyor olabilir. Oysa kıskançlık, bağımlılık, sık boğaz etme, kontrol altında tutma, drama dayalı krizler çıkarma gibi ilişkinin üzerine boğucu bulutlar gibi çöken davranışlardan arındığında, hayat bir anda renklenmeye başlamıyor mu? Kıskanılma kaygısı yaşamadan arkadaşlarla buluşmak, telefonun şarjı bittiğinde abuk subuk kaçamaklara dalmakla suçlanmamak, mail şifrelerini kırılmaz yapacağım diye resmen coder performansı göstermemek… Dünya sinema akımları üzerine tezler yazabilecek sevgilinle B sınıfı film izleyebilmek, klasik müzik piyanisti sevgilinle Ankara havasında göbek atmak, yemeğin altını yakabilmek, arabayı hafif sürtebilmek, “Amaaan bu akşam dışardan söyleyelim” diyebilmek… Aslında doğal olanın bu olduğunu unutmamak lazım. Aşk insanı yiyip bitiren ve sürekli panik atağa sürükleyen değil, besleyen, büyüten, olgunlaştıran, çocuklaşmak istediği alanlara imkan tanıyan, kendinin en iyi versiyonu olabilmesi için ona gerekli deneme yanılma payını bırakan bir ilişki neden olmasın.
Sezen Aksu’yu dinlemeye devam edelim ama artık aşk için ölmeyelim, aşkla yaşayalım.