İnsan özü, aslında iyilikle kötülüğü bir arada barındırır. İnsan olmak ise, anlamını büyük oranda iyiye yönelmekle bulur. Bünyesinde barındırdığı ikilem, insanı ömrü yettiğince kendi içinde mücadele etmeye iter. Hayatta karşılaştığı bir takım olay ve durumlar style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">
Evet, kötülük dürtüsünün de iyilik gibi içimizde yaşamasına izin veriyoruz, belki de engel olamıyoruz. Ancak insan yine de inanamıyor. Özellikle en çok Doğu halklarına özgü karakter özellikleri arasında yer alan aşırı duygusallık, merhamet ve şefkat gibi hisler düşünüldüğünde karıncaya bile zarar vermekten kaçınan insanlar topluluğu gelir aklına. Sabah uyandığınızda elinize aldığınız ya da akıllı telefonlarınızın ekranı aracılığıyla ulaştığınız insana dair haberlere şöyle bir bakmanız yeterli olur bu inancınızın zedelenip hiç olmasına. Dünyaya ve dünya üzerinde yaşayan canlılara kötülük yapmaktan en fazla çekinen toplumlar arasında olmamız gerekirken her gün şahit olduğumuz o birbirinden korkunç olaylar...
Sözde vicdanlı, ahlaklı, kibar ve sosyal insanlar nasıl oluyor da günün birinde korkunç birer canavara dönüşebiliyor? Biz hangi ara bu hale geldik?
Sokağımızı işgal eden sokak kedilerine her sabah kalkıp aynı saatte süt verirken, otobüs duraklarına sokak köpekleri için barınak yapıp bırakırken, nasıl oldu da kullandığımız arabanın direksiyonunu savunmasız bir sokak köpeğinin üzerine kırabildik?
Tarihi asırlar öncesine dayanan misafirperverliğimizle haklı olarak övünürken, Tanrı misafirleri için sofralarımıza bir tabak daha ilave etmekten çekinmezken, çocuklarımızı başkalarının canına, malına, namusuna göz dikmemek üzerine bin bir türlü nutukla büyütürken nasıl oldu da komşumuzun 3 yaşındaki kızına/oğluna göz koyabildik?
Doğru olsun olmasın, sokakta avucunu açıp açım diyen insanlara karşı her zaman merhametle yaklaşırken, savaştan kaçan yabancılara yurdumuzun kapılarını sonuna kadar açarken, kendi durumumuz nasıl olursa olsun bizden zor şartlarda yaşamaya çalıştığını düşündüğümüz insanlardan yardım elimizi esirgemezken nasıl oldu da fakir fukaranın yastık altında biriktirdiği üç kuruşunu türlü dalavereye elinden alabildik?
Televizyon dizilerini izlerken haksızlığa, adaletsizliğe, kötülüğe uğrayan karakterler için burnumuzun dibinde bekleyen göz yaşları, nasıl oldu da sevgilimize, eşimize, çocuğumuza türlü işkencelerle zulmederken akmadı?
İnsan olmanın tanımı mı değişti yoksa? Sahi, neydi insan olmak? Sevginin tahtını sevgisizlik; mantığın, sağduyunun ve aydınlanmanın yerini korku ve cahillik aldığında, cehennemi kendi ellerimizle yeryüzündeki tüm canlılara yaşatmaya başladığımızda acaba hala sığabilecek miyiz o insanlık tanımına? Yeryüzünde düşünmeden, acımadan, sevgi göstermeden yaşamaya devam edebilecek miyiz?
Yoksa insanı insan olmaktan çıkaran tüm bu unsurlara karşı korkmadan savaş açmayı bilecek miyiz? Önce insan, sonra birey ve toplum olmanın anlamını ve farkını, evimizde, yurdumuzda ve dünyada yaşayıp yaşatabilecek miyiz?
Kötülükle mücadele etmek; kötülüğe izin vermek, göz yummak ya da görmezden gelmekle olmaz. Karşısına dikilmekle olur. Dünyada olup biten pek çok kötülüğün altında yatan mutsuzluk faktörünün bilincine varmakla olur. İnsana en büyük kötülükleri yaptıran insanın yalnızlığı, mutsuzluğu, sevgisizliği ve korkularıdır. Yeryüzünden kalıcı olarak silmeye çalışacağımız olgular da işte tam olarak bu noktada başlar!