29.06.2020 - 14:02 | Son Güncellenme:
Cinsel kimlik, cinsel davranışlar ve cinsel tercihler tüm insanlık tarihi boyunca ilgi çeken konular arasında olmuştur. Cinsel seçimleri belirlemede etkili olan faktörleri biyolojik, sosyal, kültürel ve dini değer yargılarından ayrı olarak ele almak yanıltıcı sonuçlar doğurur. Bu nedenle birbirleri ile etkileşen bu bileşenleri bir bütün halinde ele aldığımız zaman en doğru kanıya varabiliriz.
Geçtiğimiz günlerde Neuroscience and Biobehavioral Reviews adlı bilimsel dergide Jacques Balthazart tarafından çok yeni bilgileri içeren bir makale yayınlandı. Yazar bu derlemesinde hem hayvanlarda ve hem de insanlarda cinsel partner tercihinde etkili olan etmenleri bilimsel gerçekler ile aktarmaya çalıştı.
Hayvanlardaki cinsel partner arayışı ve tercihlerini bir kenara bırakırsak makalede insan davranışları ve cinsel partner tercihleri ile ilgili oldukça ilginç bilimsel veriler dikkatimizi çekti.
Cinsel farklılaşmayı temelde 3 ana biyolojik faktörün belirlediği saptanmıştır:
1. Seks steroid hormonlarının erken harekete geçmesi
2. Cinsiyete özgü genlerin daha doğrudan etkileşiminin gonadal sex steroidleri tarafından ilişkide olmaması
3. Epigenetik faktörler
Tüm bu biyolojik öngörülerini Balthazart klinik çalışmalar ile desteklemiş ve bu konuda yapılmış 3 farklı klinik çalışmayı da öne sürmüştür:
-Konjenital adrenal hiperplazili kızlar. Bu kızlar anne karnında iken yüksek androjen hormonu seviyesine sahiptirler. Buna bağlı olarak doğduklarında cinsiyet olarak kız görünümünde olmalarına karşın cinsel organları maskülinizan (erkeksi) görünüme sahiptir. Bu kızlar hormonal ilaçlarla normal kız cinsiyetine göre şekillendirilmiş ve vajinoplasti ile bir vajinaları olmalarına karşın yaşamlarının ileriki yıllarında erkeksi davranış özellikleri göstermişler ve homoseksüel ya da biseksüel davranışların bunlarda daha fazla artmış olduğu gözlenmiştir. Bu durum başlangıç androjen hormonlarının ne kadar etkili olduğunu ve ileriki yıllarda cinsel partner seçiminde belirleyici olabileceğini gösteren güçlü bir kanıttır.
-İstenmeyen düşükleri önlemek için tedavide DES (diethyilstilboestrol) alan kadınların doğurdukları kız çocuklarında non-heteroseksüel (biseksüel ya da homoseksüel) davranışlarda daha fazla artış olduğu gösterilmiştir. Bu durum da östrojen hormonunun başlangıç dönemlerinde etkisinin daha sonraki yıllarda cinsel tercihleri nasıl etkilediğinin bir başka göstergesidir.
-Kloaka ekstrofili doğan erkek çocuklarının doğumdan önceki testosteron düzeylerinin gynenphylia (kadınlara veya kadınlığa olan cinsel çekicilik) ile ilişkisi. Bu erkeklerde pelvik yapıdaki organlarda çeşitli anomaliler bulunmakla birlikte tipik görünümlü penisleri yoktur. Bu nedenle 7 hasta incelenmiş ve vajinoplasti yapılarak kız cinsiyet yönünde gelişimleri sağlanmış olmakla birlikte bu çocukların 6 tanesinin ergenlik dönemine geldiklerinde erkeksi davranışlar gösterdikleri sadece 1 tanesinde kadınsı özellikler bulunduğu gözlemlenmiştir.
Tüm bu biyolojik veriler özellikle anne karnındaki dönemde maruz kalınan hormonların biyolojik olarak doğumdan sonraki cinsel tercihler konusunda belirleyici olduğunu bize göstermektedir. Bu hormonlar ve genetik yapı sayesinde heteroseksüel (kadın-erkek) cinsel tercihleri belirlenmektedir. Biseksüel ya da homoseksüel yönelimlerde bu hormonların etkili olabileceği tahmin edilmektedir.
Öte yandan heteroseksüel cinsel tercihlerde hangi kişinin belirleneceğini ise sosyal ve kültürel değerlerle birlikte karar alınmaktadır. Psikodinamik yaklaşımlar açısından bakıldığında daha fazla tartışmalı pek çok konunun bu tercihlerde etkili olabileceği düşünülmektedir.
Sonuç olarak duygularımızın gelişiminde biyolojik parametrelerin etkisinin olduğunu kanıtlayan pek çok veri artık elimizde var. Bununla birlikte sosyal, kültürel ve dini değerler, yetiştirilme tarzı da bu duygularımızı yönlendirmede etkili olmaktadır. Bu durum cinsel partner seçiminde de benzerlik göstermektedir.
Prof. Dr. Ömer Faruk Karataş