07.07.2014 - 11:23 | Son Güncellenme:
Okuyucularımıza kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek okulu mezunu gazeteci, radyocu ve yazar Arzu Çağlan. Ama halk arasında “şu bizim radyodaki gülen kız” olarak tanındım yıllardır. Sonra dobra kalemsin diyen gazete okurlarım oldu. Ardından, çok akıcı, çok içten yazıyorsun diyen kitap okurlarım... Konuşmak ve yazmak için doğmuş bir insanım ama öte yandan evime gidince film izlerim, yemek masasında misafirlerimi dinlerim, uzun tren yolculuklarında veya cafelerde insanları incelemeyi severim. Susmayı aslında daha çok severim. Böyle bir model kadınım işte.
Türkiye’nin ilk radyo programı sunucularından birisiniz. Bu mesleğe nasıl adım attınız? Yetenekleriniz mi, sevginiz mi yoksa farklı bir sebeple mi başladınız?
Mesleğe adım atışım evde TRT Arkası Yarın ve tüm müzik programlarını dinleyen çocuk ruhumdaki radyo aşkı ile başladı. Londra’da okurken korsan radyo partilerine gider, mahalle yayını yapan bu deli radyoları dinler ve tepinirdim benim de yapmak istediğim bu diye? Ama o zaman ülkede özel radyo ve televizyonculuk yoktu. Ben Londra’da garsonluk yaparak, Business English öğrenirken, ne bileyim ben Ahmet Özal ve Cem Uzan’da özel medya girişimi hayali kurarmış. İnterstar’da halkla ilişkiler bölümünden, ülkenin ilk özel radyosu Kent Fm’e bir deneme yayını için gittim. Otur sen burada, sesin çok mikrofonik dediler. Ardından Best Fm, geldi ve aktı gitti. Bazen günde 7 haftada 7 gün yayın yaptığım oldu. Eve gitmiyordum, pijamalarım, terliklerim, iki muhabbet kuşum ile radyoda yaşıyordum. Belki de farkında olmadan rekor bile kırmış olabilirim canlı yayında hahhaha..
Arzu’nun inleyen nağmeleri programınızda size en çok keyif veren bir anınızı paylaşır mısınız?
Benim radyoda anlattığım olaylardan sonra seni dinledim hayatımı değiştirdim diyen dinleyici telefonlarını çok severim. New York’ta akıllı telefonundan ben müşterilerine dinleten Türk taksiciyi, programlarımı kayıt edip çalıştığı vincin tepesinde dinleyen vinç operatörünü, benımle sırlarını paylaşan mutsuz kadınları, dayak atan kocasını benden cesaret alıp evden attıgını yayında anlatan kadını; çok çok anım var, hangisini anlatasam ki…
Programınızı yaparken son derece enerjik ve pozitif bir ışık saçıyordunuz. Acaba programınızı yaparken kendinizce bariz hata yaptığınız anlar oldu mu? Aklınıza gelen ilginç bir yanlışınızı, dil sürtçemenizi veya tuh dediğiniz bir enstantaneyi anlatır mısınız?
Tarkan’ın albümü geldiğinde, Kış yerine Kıç güneşi diye hem de birkaç kez bağırmıştım. Skandal, skandal… Ben çok titiz olduğum için pek canlı yayın kazası yaşamadım ama Gezi’nin ilk günlerinde saatlerce yayın yaptık. Radyo Taksim’de olduğu için, duvar grafitilerini ve son durumu izleyerek Kabataş’tan radyoya yürüyor, sonra da gördüklerimi anlatıyordum. Radyonun önündeki dev barikatın üstünden atlayarak, yayına girmek inanılmazdı.
Radyo programcısı olarak hiç mi başınız ağrımaz, hiç mi işe geç kalmazsınız? Hiç mi hayatınızda kötü anlar yaşanmamıştır? Açıkçası ben her dinleyişimde aynı enerji aynı neşe buldum programınızda. Nedir bu işin sırrı?
İşimi eğlenerek yaptım… Sırrı bu. Hiçbir zaman bir iş olarak görmedim, dinleyicilerim benim ailemdi. Nasıl arkadaşlarımla balkonumda çay içerken makara yapıyorsam, dinleyicilerimi de hep dostum olarak gördüm. Onlar da benim bu samimiyetime, aynı sıcaklıkla cevap verdiler. Müthiş bir iletişim yaşadık. Yıllar sonra belgeselim falan yapılacak biliyorum ama nafile şu an susturuldum. Sağlam kadınımdır, grip bile olmam. Kendime iyi bakarım ve başım ağrısa da yayına çıkardım. Burun ameliyatı oldum, yüzüm gözüm sarılı mumya gibi işe geldim. Burnumun içinde koca koca fitiller, yine konuştum.
Yıllarınızı verdiğiniz radyonuzdan ayrıldınız, neden 21 yıl başarı ile çalıştıktan sonra ayrılık geldi?
Çok dinlenen program olmanın bedeli! Öyle mıy mıy bir program olsam, konuları eleştirir gibi yapıp, yengeç gibi yan yan kaçsam ben de hala yayındaydım! Net ve kesin söylerim mevzuyu… Hem çok dinleniyor olmam, hem de giderek genç insanlar üzerinde bir rol modeli olmam, rahatsız etti herhalde birilerini… Başarılı bir kadın kadar sinir bozan yok bu alemde hahhaha… Her gün kapıdan çıktığımda, 21 yıldır beni bekleyen, bana hediyeler getiren dinleyicilerim oluyordu. Fena kıskanıldım fena… Bunu bir ay yaşamak için bile canını vereceklerin nazarına geldim!
Radyo işine devam edecek misiniz? Yoksa kafanızda başka projeler de var mı?
Radyo tabii ki olacak. Şu an kafamda olan proje o kadar çok ki! Böyle bir maymun iştahlılık durumu içindeyim. Kendimi biliyorum, yapacağım her şeyi genelde 24 saatlik kararlarla yaparım. Henüz yapmadığıma göre o ana karar hala kapıma gelmemiş demektir. Öte yandan, Hafta Sonu dergisine, müzik hayatımın yarısı olduğu için müzik sayfası yapmaya başladım. Evim binlerce cd ile dolu… Radikal ve Milliyet için yıllarca yazdım ama müzik yazılarıma ara vermiştim. Şimdi Hafta Sonu ailesine katıldım.
Seyahatin sizin en sevdiğiniz hobilerinizden biri olduğunu biliyoruz. Sizi en çok etkileyen ülke veya şehirler nereleri oldu, sebepleri ile öğrenebilir miyiz?
Para kazanma sebebim seyahat.. Hayallerimi besleyen seyahat.. Yaşamın anlamını yeni bir kent gezince hissediyorum. Çok yer gördüm ama hala yetmiyor, yetmiyor. Biliyorsun Keyfegezer diye bir kitap yazacak ve bu sözcüğü Türkçe’ye kazandıracak kadar gezginim. Çok yer gezdim ama bazı kentler benim için çok çok özel. Avrupa’da Barselona, benim için bir sihirli şehirdir. Picasso’nun gözüyle baktığım daracık sokakları, loş pastaneleri, perdeli uçuşan balkonları ile benim kentimdir orası. Asya’da ise favorim daha çok. Her akşam üstü kaldığım otelin terasının önünden geçen kartalı ve yarasa sürüleri ile Udaypur, kalabalık çarşıları ile baharat kokusu ile Bombay.. Hayatımda yediğim en güzel suşiler ile Saygon. Muhteşem tapınakları ile Kyoto… Ve uçsuz bucaksız pirinç tarlaları ve olağanüstü seramonileri ile bir film gibi geçen Ubud günlerim…Ubud’da bir ağaç kulubede kaldım ve mısır koçanları içinde bir duşta yıkanıyordum. Duşun tepesine ben yıkanırken, rengarenk kuşlar geliyor, duvarın tepesinden koca kertenkeleler bana bakıyordu. Dedim cennet bu olmalı? Lizbon’da gece yarısı, ıssız sokaklarda dolaşıp, karşıma aniden çıkan küçük bir fado barın önündeki kaldırımda oturup, fado dinlediğim geceyi de unutamam. New York’un caz klüpleri kadar etkileyici Prag’taki caz kulubü de unutamam. Müzik, yemek ve insanların izini sürerim, gittiğim kentlerde. Bir radyocu olarak gördüklerimi programlarımda çok kullandım, dinleyicim benden dinlemeyi çok severdi. Yabancı kentlerin cafelerinde geçen yalnız saatlerde, alınan notlar, izlediğim insanlar, kendi yaşadığım aşk darbeleri ise Ben, Sen ve O içine sızıverdiler. Pavese ve Tezer Özlü okumayı çok severim. İstedim ki, benim karakterlerim de öyle, onlar gibi kendi kararsızlıkları ve çaresizlikleri ile savrulup gitsinler.
Bir diğer hobiniz de kitap yazmak, seyahatle ilgili ve roman olarak kitaplarınız da yayımlandı. Bugüne kadar hangi kitapları çıkardınız? Beklentinizi karşıladı mı kitap yazma işi?
Evet, karşıladı.. Çok mutluyum. Beni ve kalemimi tanıyan bir okur kitlem oluştu. Bana özel, sade ve değişik kitaplar yazmaya çalıştım. İnleyen Nağmeler müzik yazılarım, Seksi Şey ilk romanım, Keyfegezer ise 9 Avrupa kentini anlattığım gezi edebiyatına girecek değişik bir eser olmuştu.
Son kitabınızdan biraz bahseder misiniz?
Ben, Sen ve O. Destek Yayınları’ndan çıktı. Kitabımızın kahramanı olan kadın, bir tatlı şefi olduğu için kapağında pembe makaronlar var. İki yıl çalıştım üzerinde… Kadınların sakarlıkları ile başlayan aşk hikayeleri Bridget Jones ile benim de pek hoşuma gitmişti ama sonra baygınlık vermeye başladı. Her yerde sakar, şapşal, komik kadınların akıllı ve seksi kadınlara karşı bu halleri ile aşk zaferi kazandığı zırva kitaplar yayınlanmaya başladı. Çünkü bu kadın yazarların kendilerini eziklediği bu kitaplar çok satıyordu. Ne acı ki hala öyle! Oysa aşk ciddi bir şeydir. Sakarlıkla ve komiklikle ancak lisede erkek tavlarsınız. Benim kitabımdaki kahramanımı okurlar çok sevdi, çünkü o ve kitabın erkekleri acı çekiyor, hata yapıyor, af dileniyor, yalvarıyor, küsüyor. Yani, gerçek duygular yaşıyorlar aşka dair. Hem kadınların, hem de erkeklerin kendilerini bulmalarını istedim bu romanda. Kitabın ana fikri, “insan ruh ikizini bir kez kaybederse bir daha asla ikincisini bulamaz “ deyişi idi. Kitap, 20 yıllık bir süreçte hayatına giren iki erkek arasında kalan bir kadının pişmanlık ve mutluluk arasında gidip, gelen öyküsünü anlatıyor. Diren ey aşk dedik, slogan olarak. Çünkü, aşkımız için direnmemiz lazım. Yoksa, eriyip, gidiyor… Kentlere olan tutkunluğum burada da beni ele geçirdi. Romanımın bir bölümü Milano, doksanlı yıllardaki bölümü ise New York’ta geçiyor. Bir okurum, kitap filme çekilse en çok yangın merdiveninde oturup ağladığı sahneyi görmek istiyorum diye mesaj atmış. Şahsen ben de öyle.
Hayatı keyifle yaşamanız için bize olmazsa olmaz 3 şey söyler misiniz?
Çay ve kahve. İnanılmaz bir tiryakiliğim var. Likit bir kadınım, yarım saat bir şey içmezsem kıpraşmaya başlarım.
Defterlerim. Radyo programım, yazılarım, aklıma gelen fikirler, alışveriş listem, beğendiğim ürünler, kitaplar.. Hepsi için farklı defterlerim var. Bir kız çocuğu iken, alınıp kırmızı kağıtla kaplanan ucuz bakkal defterlerimi de aynı aşkla severdim, şimdi deri kaplı rengarenk şık defterlerim var. Onlara da aşığım. Dijital zımbırtılardan hiç hoşlanmıyorum.
Saçma sapan şeyler söylediğimde gülen, sözümü kesmeden beni dinleyen veya aynı anda susup, sessizce gözlerimizle konuşabildiğim arkadaşlarım. Çok arkadaşım vardır ama yukarıdaki kriterlere uyan sadece üç dört kişi var. Onlar hayatımda olmayınca huysuzlaşıyorum. Mesela Barselona da Ernur adında bir arkadaşım var, öyle hayali bir espri dilimiz var ki, yılda bir kez görüşüyoruz ama her seferinde aynı tempo ile jet gibi bir muhabbet içinde akıyoruz.
Eklemek istediğiniz şeyler?
Romanımı okumayanlar da okusun. Ben, Sen ve O; herkesin evinde olsun istiyorum. Senin sayende aşkımın kıymetini anladım diyenler oluyor. Benim yerime onlar mutlu olsunlar. Ben, ruh eşimi kaybettim çünkü.