13.04.2024 - 06:58 | Son Güncellenme:
Derleyen: Fazilet Şenol / Milliyet.com.tr - 20'nci yüzyılın ilk yarısında gerçekleştirilen bazı deneylere dönüp baktığımızda bunların günümüz koşullarına göre şaşırtıcı derecede etik dışı olması göze çarpıyor. Özellikle söz konusu zihinsel engelli insanlar olduğunda bu kurallara hiç uyulmadığını söylemek mümkün. Tarihin büyük bölümünde, zihinsel engelli kişiler herhangi bir tedavi görmek yerine genellikle nüfusun geri kalanından dışlandı. Genellikle zincirlendikleri, istismar edildikleri ve ihmal edildikleri zindanlarda tutuldu. İşte onların hikâyesi.
İNSANDAN DAHA AŞAĞIDA GÖRÜLDÜLER
20'nci yüzyıla gelindiğinde akıl hastaları toplumdan ayrı tutuluyordu. Akıl hastanelerine yerleştirilen ve hemşireler tarafından gözetim altında tutulan zihinsel engelli insanlar çoğu zaman diğer insanlardan 'daha aşağıda' görülüyordu. Kendi yaşamları üzerinde çok az kontrol sahibi olan ve çoğunlukla 'en fazla sebzelerden biraz daha akıllı' görülen zihinsel engelli insanlar pek çok farklı yöntemle 'iyileştirilmeye' çalışıldı.
Elektroşok tedavisi gören zihinsel engelli kişiler, aralarında buz banyosu ve Vipeholm deneylerinin de olduğu pek çok tehlikeli deneye maruz kaldı. Özellikle de Vipeholm deneyi, birçok zihinsel engelli kişinin acılar içinde kıvranmasına sebep olacaktı.
DENETİM EKSİKLİĞİ GÖZE ÇARPIYORDU
İsveç'in Lund kentinin hemen dışında bulunan Vipeholm Enstitüsü'nün temelleri 1935'te atıldı. Burası, 'ileri derecede zihinsel ve gelişimsel engelleri' olan kişilerin barındırılacağı bir yer olarak tasarlandı. Oldukça büyük bir tesisti. En üst katında yaklaşık binden fazla kişiyi barındırabilirdi. Ancak ortada önemli bir sorun vardı. Enstitütün, sakinlerine yönelik yaptığı muamele özellikle de başlangıçta oldukça dehşet vericiydi. Bir gazetecinin tanımladığı gibi, hastalar genellikle denetimsiz ve herhangi bir organizasyon olmaksızın tesisin geniş koridorlarında koşuyorlar ya da gün boyu yataklarına bağlı kalıyorlardı. Eğer 'yaramazlık' yaparlarsa davranışlarını düzeltmek için sıklıkla bir buz banyosuna alınıyorlardı.
Tesiste çalışan tek doktorun, hastalarını aşağılayıcı bir şekilde sınıflandırmasının da bir faydası olmadı. Zihinsel kapasiteleri olarak belirlediği şeye dayanarak, her birine birden 6'ya kadar bir sayı verildi. Sıfır notu alanlar 'biyolojik olarak çoğu hayvan türünden daha düşük konumda' olarak değerlendirildi. Ölçeğin alt yarısındaki hastaların geri kalanında da pek bir potansiyel görülmedi.
DİŞ ÇÜRÜKLERİNİ ARAŞTIRMAK İSTEDİLER
Bütün bunların yanı sıra 1940'lı yıllarda İsveç'te araştırmacılar, toplumdaki yüksek diş çürüğü oranlarına neyin sebep olduğunu bulmaya çalışıyorlardı. Önceki 10 yılda yapılan bir araştırma, çocukların yüzde 83'ünün 3 yaşına kadar çürük geliştirdiğini ortaya çıkardı. Yaş ilerledikçe diş problemleri daha da kötüleşme eğilimindeydi. Bu, birçok yetişkinin gülümsemelerinde problemlere, dişlerinin çekilmesi gereken yerlerde açık delikler oluşmasına neden oldu.
İsveç hükümeti bu önemli sağlık sorununu çözmek istiyordu. Tek sorun, çürüklere neyin sebep olduğunu bilmemeleriydi. O zamanlar şeker ile diş çürüğü arasındaki bağlantı kesin olarak kurulmamıştı. Bazı doktorlar çürüklerin hastalık veya diğer beslenme faktörlerinden kaynaklandığını düşünüyordu.
1945 yılına gelindiğinde İsveç'teki hükümet, şeker ile diş çürüğü arasındaki bağlantıyı test etmek için bir dizi deney başlattı. Vipeholm sakinlerinin düşük zekalı ve son derece uyumlu oldukları düşünüldüğü için araştırmacılar buranın deneyleri gerçekleştirmek için mükemmel bir yer olduğuna karar verdi. İlk iki yıl boyunca deneklere A, C ve D vitaminleri ve florür tabletleri içeren düşük nişastalı bir diyet verildi. Bu süre zarfında öğün aralarında atıştırma yapılmasına izin verilmedi ve diş sağlıkları yakından takip edildi. Bu iki yılın sonunda katılımcıların yüzde 78'inde herhangi bir yeni çürük gelişmedi. Daha sonra ikinci aşamaya geçtiler ve işler burada daha da kötüye gitti.
BİRÇOK ÇOCUK ACI İÇİNDE BIRAKILDI
Bu ikinci iki yıllık aşamada araştırmacılar diyetlere şeker eklediler. Ancak o dönemde ortalama bir İsveçlinin tükettiği şekerin tam iki katını eklediler. Çocuklar ayrıca her biri farklı şeker tüketim yöntemine sahip üç ayrı gruba ayrıldı. İlk gruba yemekleriyle birlikte yapışkan ekmek (tarçınlı çörekler gibi) verildi. Ancak bu şeker ilaveli yapışkan ekmekti. İkinci grup ise şekerini içerek aldı. Kendilerine 1,5 su bardağı şeker ilave edilmiş içecekler verildi. Üçüncü gruba her öğün arasında çikolata, şekerleme ve karamel gibi yapışkan şekerler yemeleri söylendi. Bu çocuklar her oturuşta 8 ila 24 parça şeker yiyorlardı.
İlk iki grubun çok önemli olumsuz etkiler yaşamadığı ortaya çıktı. Ancak yemeklerden sonra yapışkan şeker verilen üçüncü grup acı çekti. Şeker, beklendiği gibi dişlerine yapışmış ve onları mahvetmişti. Dişleri çürümüş, hatta bazılarında simsiyaha dönmüştü. Araştırmacılar çocukların çoğunun hasarlı dişlerini onardı. Ancak iş daha düşük işlevli çocuklara gelince, onlara bu seçenek bile sunulmadı.
Bu hastalar, çürük dişlerin verdiği korkunç acıyla baş başa bırakılmıştı. Yıllar süren çalışmanın sonunda hastaların birçoğunun dişleri çürümüş ve tamamen siyaha dönmüştü. Daha da kötüsü, katılımcıların bu konuda başka seçeneği yoktu. Araştırmacılar, inceledikleri çocuklara yıllar sürecek bir acı bırakırken, insanlık tarihine de unutulmaz bir leke olarak adlandırını yazdırdılar.