Pazar“Yazdıklarım bir tür uyarı”

“Yazdıklarım bir tür uyarı”

28.09.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Yeni kitabı “Destina”yı çıkaran Mine G. Kırıkkanat: “Yazdıklarım bir tür uyarı, bir tür yalvarma olarak görülebilir. Önceki romanımda İstanbul’da yaşanacak büyük bir depremin büyük bir maddi zarar yaratacağını ve belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasına sebep olabileceğini söylüyordum. ‘Destina’ da bir başka uyarıyı içeriyor”

“Yazdıklarım bir tür uyarı”

Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir” cümlesiyle başlayan bir roman düşünün. Bir önceki öykünün kaldığı yerden devam eden ama tek başına okunduğunda da öyküyü hissetmeyi sağlayacak kadar güçlü...
Kariyerine 1977’de mizah yazarı olarak başlayan Mine G. Kırıkkanat, edebiyatçılığı, gazeteciliği ve köşe yazarlığıyla tanıdığımız bir isim. Yüzünden eksik olmayan gülücükleri ve kahkahalarının sesi, son kitabı “Destina”yı (Literatür Yayınları) okurken de size ulaşmayı başarıyor. İstanbul’daki Kahve Dünyası şubelerinde de satılan “Destina” atmosfer olarak karanlık gibi görünse de yazarının incelikli esprileri ve bir solukta okunmasıyla yurtdışında Türk bilimkurgu yazınını başarıyla temsil edecek nitelikte.


“Destina”da “Bir Gün, Gece”deki karakterler yer alıyor. Bu bir devam romanı mı?
Evet. “Destina”da “Bir Gün, Gece”nin geçtiği zamanın üstünden beş-altı yıl geçmiş. Kahramanlarım “Sinek Sarayı” ile başladı. Üç kitap bir araya geldiğinde nehir roman oluyor bile diyebiliriz. O zamanlar 30’lu yaşlarındaydılar. “Bir Gün, Gece”de 40’lı yaşlarındaydılar. Şimdi ise 50’li yaşlarındalar. Hatta romanda ikisi de yaşlılıktan söz ediyor ama Daryal yine kendisine yedirmiyor. Bundan sonra aynı üçlüyle devam eder miyim bilmiyorum. Çok sevmeye başladım onları.

Daha da yaşlanacaklar ama.
Evet, 60 yaşında roman kahramanı olur mu bilmiyorum... “Sinek Sarayı”ndan itibaren hikayeler Türkiye ile beraber gidiyor ama arada şöyle bir fark var: Türkiye’den 10-15 yıl daha ilerideki bir zamanı anlatıyorum. 

“Destina”yı yazmanız ne kadar zamanınızı aldı?
Yazması 2,5 yıl sürdü. Bu roman için araştırma yaparken aradığım cevaplar bazen bir anda önüme geliverdi. Romanın odağını oluşturan Sezar Krispus meselesi tarihte çok az bilinen, ispatlanamamış ve üç-dört ayrı görüşle açıklanmaya çalışılan bir mesele. Konu hakkındaki iki farklı görüşten birini tercih edip öyle ilerledim.
Fransız gizli servislerini anlatacağım, yeraltında bir yer hayal ettim. O sıralar hiç ilgisiz, Mısır tanrıçası İsis’le ilgili bir kitap okuyordum. Liberation gazetesine bir baktım, “İsis’in bağırsaklarında” diye bir makale, Invalides Meydanı’nın altında Fransız istihbaratının yeni kurulan intranet sistemini anlatıyordu.
Aynı şekilde Rus istihbarat servisinin olayı da öyle oldu. Le Monde’da Boris Yeltsin döneminde Rusların bir numaralı casusunun Amerikan tarafına geçtikten beş yıl sonra sahte bir isimle yazdığı kitabın çıktığının haberini gördüm; kitapta da ismi yer alıyordu. O kitaptaki tarifi kullandım. Kısacası bu kitapta yer alan bütün bilgiler doğrudur ama hiçbir şey gerçek değildir. Tabii bu arada İstanbul’un ilk adının Nova Roma oluşuna kadar bahsettiğim tüm tarihi olaylar gerçek. 

“Destina”yı yazmanıza neler sebep oldu, hangi fikirle yola çıktınız?
Yazdıklarım aslında bir tür uyarı, bir tür yalvarma olarak görülebilir. “Bir Gün, Gece”de İstanbul’da yaşanacak büyük bir depremin büyük bir maddi zarar yaratacağını ve belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasına sebep olabileceğini söylüyordum -ki bu sadece benim fikrim değil. “Destina” da bir başka uyarıyı içeriyor. Dilimizi koruyamadığımız için kültürümüzü kaybedeceğiz.


“Almanya’da ispatlandı: Dilimiz yaşamazsa kültürümüz de yaşamaz”


Kitabın bir yerinde ana karakteriniz, “Din, ortak kimliğini dilde bulamayan insan topluluklarına dibinde buluşacakları bir inanç gönderi olmuş” diye düşünüyor. Sizce toplumun birleştiriciliğini sağlayan dil midir?
Kültür nedir diye baktığımızda  insan uygarlığının yarattığı ve bizi hayvanlardan ayıran iki ana unsur vardır; biri din, diğeri dil.  Dil ve dinin çatısında birleşen insan topluluklarına millet deriz. Yahudileri düşünelim, bir ülkeleri olmadığı halde dillerini ve dinlerini yitirmedikleri için kültürlerini koruyabilmişler. Türkler ise ilk büyük göç dalgasını 1960’larda Almanya’ya verdi ama gidenler dillerini korumayı başaramadı.
Dilimizi yaşatamıyorsak kültürümüzü de yaşatamayız. Bu durum Almanya’da ispatlandı. Bu kitapta benim toplumu uyarmaya çalıştığım meselelerden bir tanesi de bu. “Gelin, aslınıza sahip çıkın. Etrüsklersiniz siz aynı zamanda” diyorum. Etrüsk uygarlığıyla Romalılar övünüyor, siz onu bırakmışsınız, kendinize ait olmayan Arap uygarlığıyla övünüyorsunuz. “Yapmayın, bu bir yozlaşmadır” demek istiyorum. 


“Atatürk’ün ne yapmak istediğini anladım”


Bu konuda DNA araştırmaları yapılıyor ama Türklerin Etrüsk olduğunu söylersek bütün bir tarihi yeniden yazmamız gerekmez mi?
Etrüskler Anadolu’dan geçmişler ama geldikleri yer Orta Asya. Şu anda İtalya’da, son 20 yıldır Ortadoğu’dan geldikleri kabul ediliyor. Son dönemde genetik araştırmalar, tarihin asıl yüzünü ortaya çıkarıyor. Kurt efsanesi yıllarca milliyetçiliğin sembolü oldu, oysa Roma’nın kuruluşunu anlatan Romus Romulus hikayesi de aynı.
Bence Etrüsk olmamızın en basit kanıtı bu efsanenin her iki kültürde de bulunması. Niçin biz kurt efsanesini sahiplenmiyoruz çünkü ırkçılık sembolü haline getirdiler. Oysa ilgisi yok. Atatürk’ün ne yapmak istediğini ben bunu keşfedince anladım. Güneş-Dil teorisiydi vesaireydi derken araştırma yaptırmasının sebebi de buydu, bizi büyük bir uygarlığa bağlayabilmek ve Avrupa’ya dönüp “Senin uygarlığının temelini oluşturan Roma’yı ben yarattım” diyebilmekti.
Biz ise bunların hepsine ırkçılık dedik sonradan. Oysa Avrupa’ya “Sen beni dışlayamazsın” demek istiyorum, bu mesajı onlara da iletmek istiyorum.

Haberin Devamı


Kitabınızın başka dillere çevrilmesi söz konusu mu?
Elbette. Fransa’da çalıştığım bir yayınevi var. Ayrıca Frankfurt Kitap Fuarı’na da gidiyorum. Kitabın Almanca çevirisi yetişebilir mi bilmiyorum ama çevrilmeye başlandı.

“Yazdıklarım bir tür uyarı”




“Üç günlük aşkların tadını bilmem”

Kitabın bir yerinde aşkla ilgili bir cümleniz var. “Felaket zamanlarında erişilen hız ve yoğunlukta yıldırım aşkı” diyorsunuz. “Destina”da da böyle bir aşk var. Yıldırım aşkını bir yanılgı gibi mi tanımlıyorsunuz?
Denize düşen yılana sarılır ya, ben bunlara can havli aşkları diyorum. Üç gün içinde aşık olursun, dördüncü gün unutursun.

Aşkın tanımı nedir sizin için? Nasıl uzun vadeli olur aşk?
Romanımdaki bütün aşklar tabii ki başkalarının aşklarıdır. Ben bir Boğa burcu kadını olarak sabrı taşana kadar istikrarlı, sadık biriyim. Sabrım da kolay taşmaz. Benim sabrım 10 yılda taşar mesela. Sonuncu aşkım İtalyan asıllı bir Fransız. 14 yıldan beri devam ediyor.
Üç günlük aşklar yaşadım mı yaşamadım mı diye soruyorsan... Hayır, bunu hep başkalarında gözledim. Üç günlük aşkları başkalarında gözledim, çok da hoşuma gitti, alkışladım da... Ama onların tadını bilmiyorum. Hep büyük aşklar yaşadım. 

“Gerçek aşk dediğiniz uzun sürer” diyorsunuz...
Herkes için farklıdır bu. Ablam ve eniştemin 50’nci evlilik yıldönümlerini üç-dört yıl önce kutladık. Birbirlerinden başka kimseye gözleri değmemiş insanlar... Buna büyük bir hayranlıkla bakıyorum. İnsanın kendini mutlu etmek adına yaptığı her şey mubahtır, yeter ki kimseye kötülüğü olmasın.

“Yazı masam bile yok” 

Romanlarınızı nasıl bir ortamda yazıyorsunuz? Bir gününüz nasıl geçiyor?

Gazetecilikten gelen bir alışkanlıkla
72 bin tane telefon gelse de bölünmem. Gündelik işlerimi yaparım, döner romanımı yazarım. Onu bırakır, gazetenin yazısını yazarım. Hatta yazı masam olmadığını bile söyleyebilirim.
Dedelerimden kalma ahşap bir masam var. Öyle yüksek ki normal iskemleye oturduğum zaman kendimi küçük bir çocuk gibi hissediyorum, o yüzden sandalyeye iki yastık yerleştirip öyle oturuyorum. Art deco, kare bir masa ama açıldığında
12 kişilik dikdörtgen bir yemek masasına dönüşüyor. “Destina”yı o masada yazdım. O masanın üstü her türlü dağınıklık, pislik... Bir de ortada küçücük bir bilgisayar.
“Destina”yı bitirirken birdenbire bizim Cihangir’deki oturduğum sokakta aslında bülbüllerin de olduğunu keşfettim. “Destina”ya son noktayı koyduğumda
38 saattir uyumamıştım. Ancak yazarken uykusuz kalabilirim. Bu 38 saatin sonunda baktım ki sabah 09.00 olmuştu. Saat 05.00’ten 07.00’ye kadar sokakta
bülbüller şakıdı. Onların sesi, benim
için hediye gibiydi.