Pazar"Şöhret, giymesini bilmezsen ateşten bir gömlek gibi yakar"

"Şöhret, giymesini bilmezsen ateşten bir gömlek gibi yakar"

04.08.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

“Sofrada Baş Başa”nın bu haftaki konukları manken-oyuncu Tuğçe Kazaz ve müzisyen Erhan Güleryüz

Şöhret, giymesini bilmezsen ateşten bir gömlek gibi yakar

Milliyet Pazar’ın “Sofrada Baş Başa sofrası” bu hafta Tuğçe Kazaz’ın Ankara’da bulunan çiftliğinde kuruldu. Kazaz, yeşillikler içindeki çiftliğinin kapılarını ilk kez Milliyet için açtı ve çiftliğin mahsulleriyle kurduğu sofrayı Ayna’nın solisti Erhan Güleryüz ile paylaştı.
Bu çiftlik yaklaşık bir yıldır Kazaz’a ve “topluluğum” dediği bir grup arkadaşına ev sahipliği yapıyor. Burada gün, kuş cıvıltıları eşliğinde, sabah altıda başlıyor. Önce dört saat tarlada çalışıyor herkes. Olgunlaşan mahsul toplanıyor, otlar ayıklanıyor, çürümüş yapraklar temizleniyor, sulama yapılıyor. Sonra sıra marangozluk işlerine geliyor. Ahırın, mandıranın bakımı yapılıyor. Çiftlikteki hayvanlar besleniyor, akşam yemeği hazırlanıyor. Biten işler evin girişindeki beyaz tahtaya not alınıyor. Çiftliğin sakinleri bir yandan organik tarım yaparken bir yandan da thai chi ve aikido öğreniyor. Kalan boş vakitlerde hamakta kitap okuyorlar ya da balkonda sohbet ediyorlar. Kazaz’ın 17 senelik olduğunu söylediği bu oluşumun üyelerinin hep hayalini kurdukları bir yaşam bu. Hepsi, hayallerine kavuşmuş olmaktan memnun, neşeyle koşturuyorlar işlere. Hepsinin gözlerinin içi gülüyor. Çiftliğin huzuruna huzur katan da bu belki de...
Kazaz, “doğa ve sanat” diye ikiye ayırdığı hayatının doğa ile ilgili kısmını burada yaşıyor. Sanat için zaman zaman İstanbul’a gitmek gerekebiliyor. Şimdilerde olduğu gibi... Kazaz önümüzdeki günlerde Güleryüz’ün çekeceği bir filmde oynamak üzere şehre gelecek. İkili, Güleryüz’ün bu ilk filminde başrolü paylaşacaklar.

Haberin Devamı

Erhan Güleryüz: Biliyor musun benim sana ulaşmam hiç kolay olmadı aslında. Seni önceden görmüşlüğüm vardı ama beni sana ulaştıracak birilerini bulmam zaman aldı. Yine de pes etmedim çünkü senaryoyu senin bir fotoğrafını gördükten sonra tamamlayabilmiştim. Seni bulup rolü teklif etmem gerekiyordu.
Tuğçe Kazaz: Umduğun gibi bir Tuğçe Kazaz mı buldun tanışınca karşında?
Erhan G.: Hayır. Çok ünlü, çok popüler insanlar hakkında farklı düşünceleri oluyor insanın. Güzel insanların problemleri olabileceğini falan düşünüyorsun, ne bileyim. Benim kafamda da farklı bir Tuğçe vardı tanışmadan önce. Tanıştıktan sonra çok mütevazı, çok samimi birini buldum karşımda
ve birlikte çalışma konusunda hiç tereddüt etmedim.

Haberin Devamı

“Yazın, köyde geçirdiğimiz zamanları hatırlıyorum”

Tuğçe K.: Sen beni pek şaşırtmadın. Bir insanın sesini duyduğunda nasıl biri olduğunu anlıyorsun. Sesini duyduğumda böyle biri olduğunu anlamıştım. Ben bir işi seçerken ona sadece iş gözüyle bakmıyorum. Daha çok, insanlara göre seçiyorum içinde bulunacağım işi. Ben de seni çok samimi buldum ve senaryoyu çok sevdim. Bizim yaptığımız işlerde doğru ve dürüst duran insan bulmak zordur. Öylelerini bulduğunda da böyle beraber yürüyorsun işte.
Erhan G.: Ben ne üretirsen üret, içinde samimiyet varsa ortaya güzel bir şeylerin çıkacağına inanıyorum. Diğer türlü güzel olsa bile kalıcı olmuyor bence. Müzik dünyasında, eğer bir şiirin, bir şarkının yeterince “içinde” değilsen o, insanlara geçmiyor. Sinemada da
bu böyle...
Tuğçe K.: Hatta en çok sinemada böyle...
Erhan G.: Evet çünkü sinemanın içinde bütün sanat formları var. Kamera, sonsuz bir hareket alanı sağlıyor sana. Klip çekerken
3.5 dakikada, konsantre bir şekilde aktarman lazım anlatmak istediğini, sinemada rahat rahat anlatabiliyorsun. Bu sinemanın avantajı ama dezavantajları da var. Müzik tek başınıza yapabileceğin bir şey, sinema kesinlikle öyle değil. Bu arada
bu yediğimiz domatesler tarladan değil mi? Üzerlerindeki koku
o kadar delirtici ki... Bana çocukluğumu hatırlatıyor. Çocukken tarlada çalışırdık,
o zaman da böyle kokardı domatesler. Sonra yavaş yavaş
bir şeyler oldu ve biz tat alamamaya başladık.

“Gittiğim her yerde bir su arıyorum; deniz, göl, dere...”

Tuğçe K.: Bu domateslerin dibinde çıkan ayrık otları ilaçlanmadan temizleniyor, lezzeti ondan bozulmuyor. O bahsettiğin tat azalmasının birkaç nedeni var. Önce tohumlar bozuldu, sonra da ilaçlar devreye girdi.
Erhan G.: Natürel tarım yapabilmek için elbette tohumların kendiliğinden, tekrar üreyebilecek tohumlar olması önemli. Genetiğiyle oynanmamış olması önemli. İlaç kullanılmamış olması önemli. Ama bir şey daha var; toprağın en az dört-beş yıl işlenmemiş olması gerekiyor.
Tuğçe K.: Kesinlikle! Burası 10 senedir işlenmeyen bir toprak.
Erhan G.: Tertemiz işte o zaman. Sen çocukluğunda falan tarlada çalıştın mı?
Tuğçe K.: Hayır, çalışmadım. Ama annem çalışmış çok. Anneannem, teyzelerim...
Erhan G.: Ayvalık’ta?
Tuğçe K.: Hayır, Foça, Ilıpınar’da.
Erhan G.: Foça’da ne yetiştiriliyor?
Tuğçe K.: Enginar. Başka şeyler de varmış ama ağırlıklı olarak enginar. Anneannem, dedem rahmetli olduktan sonra annemler de “Şehirde çalışma imkanı varken, ne duracağız köyde?” demişler. Sadece onları değil, şehir yaşamı o dönem pek çok insanı cezbetmiş. Teyzem evlenmiş, annem de lise çağında onun yanına gitmiş. Ben dört-beş yaşlarındayken yazları, köyde geçirdiğimiz zamanları hatırlıyorum.
Erhan G.: Denizi çok seviyorsun değil mi?
Tuğçe K.: Tabii, Ayvalık’ta mayısta başlıyorduk denize girmeye, ekime kadar...
Hiç çıkmıyorsun ki... Ama şimdi aramıyorum.
Erhan G.: Ben galiba gittiğim her yerde bir su arıyorum; deniz, göl, dere...
Tuğçe K.: O zaman aşağıdaki gölün yanına götüreyim seni... Orası hakikaten çok güzel ama keyif yapmaya pek fırsat olmuyor burada.
Erhan G.: Ben bu çiftliğe ne zaman gelsem
o fırsatı yaratıyorum bir şekilde (gülüyor). Burada en sevdiği iki yer; hamak ve sofra...
Tuğçe K.: Ne güzel, en sevdiğim iki yerden birindeyiz o zaman şu an. Bak bu patlıcandan mutlaka yemelisin...
Erhan G.: Ben seni mutfakta hiç görmedim bugün, bunları sen mi hazırladın?
Tuğçe K.: Bugün işim tarladaydı, bunları Ayşe hazırladı.

Haberin Devamı

Şöhret, giymesini bilmezsen ateşten bir gömlek gibi yakar

Haberin Devamı

Tuğçe Kazaz, her gün üç-dört saat tarlada çapa yapıyor, ayrık otların temizliyor, mahsul topluyor.

Haberin Devamı

“İçimizde taşıdığımız potansiyel varlık bize Yaradan’dan emanet”

Tuğçe K.: Bu, senin stüdyonun 17’nci senesi değil mi? Sana artık “Hocam” diye hitap eden birçok kişi var... Şunu çok merak ediyorum; stüdyoya birçok yeni müzisyen geliyor. Sen onlarda yeni bir şey görüyorsun, bir yetenek, bir hal...
Ne söylüyorsun onlara? Ne akıtıyor, ne geçiriyorsun o yeteneği gördükten sonra?

“Müzik bir silah mıdır yoksa fabrika mı?”

Erhan G.: 1.5 yıl evvel bir televizyon programında üniversiteler arası bir yarışma yaptım. “En fazla oyu alana albüm yapacağım” dedim. 13 hafta boyunca 13 üniversite grubu yarıştı. En fazla oyu Cambaz grubu aldı, Süleyman Demirel Üniversitesi’nden... Hakikaten de sahneleri çok iyi çocukların. Ama geldiklerinde ellerinde hiç şarkı yoktu. Tabii, cesaretsizlerdi. Her insanın söyleyebilecek bir sözü olduğunu anlattım onlara. Ve söylenebilecek sözler bulmalarını istedim... O bir hafta demlendik.
Bir hafta sonra stüdyoya bir şarkıyla geldiler.
Tuğçe K.: Başka neler konuştunuz?
Erhan G.: Hayatın anlamı üzerine sohbet ettik. Niye dünyadasın? Üniversiteyi okuyorsun ama hayatını nasıl devam ettireceksin? Müzik bir yaşam tarzı mıdır, yaşamın kendisi midir, yoksa yaşamın içinde güzel bir renk midir? Bir silah mıdır yoksa bir fabrika mıdır?
Tuğçe K.: Müziğin aslında doğanın bir sanatı olduğuna dair
bir şeyler okumuştum. İnsan ruhunu tedavi edici yönü keşfedildikten sonra insanlığın doğru yolda ilerlemesini istemeyen güçler tarafından dönem dönem yasaklandığı söyleniyor.

“Kur-an’ı Kerim yedi kattan anlaşılır derler”

Erhan G.: Tabii. Müzik de tıpkı söz gibi. Dişi söz var, erkek söz var. Küfür var, güzel söz var. Müzikte de semboller var. O frekanslar, sesler... Notaların tamamı bir araya geldiğinde tıpkı harflerin bir araya geldiğinde kelimeleri, cümleleri oluşturması gibi bir şey oluşturuyor. Hani derler ya “Müzik ortak bir dildir” diye hakikaten yüzyıllardır insanlığın oluşturduğu ortak bir dildir müzik. Hüzün, acı, öfke, saldırganlık, sükut, sabır, hırçınlık... Her şeyi yaratabilirsin müzikle.
Tuğçe K.: Çok iyi müzisyenleri dinlediğinde, o yaratılmış olan sana da nüfuz ediyor ve bir hikaye akıyor. O hikayenin içinde de sana bir yol çizildiğini hissediyorsun.
Erhan G.: İşin içine söz girdiğinde o daha da başka bir şey oluyor. Türkçe sözlü müzik yapıyorsan orada salt notalardan değil, kendi dilinin olanaklarından da faydalanıyorsun.
Tuğçe K.: Önemli olan anlatılan hikayenin karşı tarafta ne uyandırdığı galiba. Oyunculukta da böyle bir şey var; karakter bir hikaye anlatır, sen de kendinde o hikayeden bir parça bulursun. Tiyatro için söylenen bir söz vardır, çok severim; “İnsanı, insana, insanla anlatmak”. Sanat sözcüğü Sanskritçe “san” kelimesinden gelir, ortaya çıkarmak, var etmek anlamındadır. Ben şöyle düşünüyorum; insanın içindeki ra gücü, yani ruhun gücü, içimizde taşıdığımız potansiyel varlık bize Yaradan’dan emanet. İnsan, gerçek var oluş amacına uygun olarak, disiplinli bir hayat yaşarsa o içindeki güç kadarı dışarı çıkar. Kur’an’ı Kerim yedi kattan anlaşılır derler, hayatın da öyle katmanları olduğunu düşünüyorum ben. Yaşamın katmanları olduğu gibi sanatın da katmanları var. Nesime Hazretleri’nin, Harabi Hazretleri’nin yazdıklarında bu vardır. Bir usta der ki; “Sanat, sevgiden evrensel yapıya açılan ilk kapıdır. Aşkın ilk kapısı sanattır”. Bir başkası “Erenler cemine her can giremez, edep ile erkan bir olmayınca” diyor mesela. Tolstoy, “Sanat Nedir?”de, “Aslında en yüksek sanat eserleri ayetlerdir” diyor. Bir evrensel yasa var içinde bulunduğumuz ve bir akış yasası var. İçindeki o potansiyeli akıtmalısın. İnsan var oluşu kadar yaratabilir.
O öğretiler insana potansiyelini ortaya çıkarmanın yollarını gösteriyor. Din de buna hizmet ediyor. Bir yerden başlamak durumundayız çünkü bize sınırlı bir ömür verildi.
Erhan G.: Sınırlı mı hakikaten?
Tuğçe K.: Erhan ve Tuğçe olarak sınırlı. Ama ruhlar yolculuktalar ve onların yolculuklarıyla ilgili pek çok kitap var. Ruhun o yolculuğunu da başka bir sohbete bırakalım istersen (gülüyor).

“Turne otobüsünde en önemli şey; ‘yemeği nerede, ne zaman yesek’tir”

Erhan G.: Aşırı kilo vermişsin...
Tuğçe K.: Tabii, tarlada çalışmak insanın bedenini dönüştürüyor.
Erhan G.: Ben kilo aldım tabii.
Tuğçe K.: Aldın mı?
Erhan G.: Tabii. Konserler için şehir şehir gezdik. Hep sofralar kuruldu. Çok gözüm dönük bir şekilde dalıyorum ben yemeklere, utanıyorum bazen kendimden (gülüyor).
Tuğçe K.: Özellikle o turne zamanında, çıkıp şarkıları söylemek için gerekli enerjiye odaklandığın için çok fazla dikkat edemiyorsundur yediklerine.
Erhan G.: Konserden önce fazla yemiyorsun aslında. Ama sonrasında öyle bir acıkıyorum ki... Sadece ben değil, bütün çocuklar. Birbirimize bakıyoruz şimdi ne yesek diye (gülüyor). Turne otobüsünde en önemli şey; “Yemeği nerede, ne zaman yesek”tir.

Şöhret, giymesini bilmezsen ateşten bir gömlek gibi yakar

“Şöhretin bedeli sürekli bakılan ve örnek gösterilen olmaktır”

Tuğçe K.: Ben iki senedir, film yapmış olmak için film yapmıyorum. O filmle, algıladığım bir realiteyi insanlara nasıl aktarabilirim diye bakıyorum. Pek çok oyunculuk tekniği var ama hepsinin temelinde şu var; olma hali...
Erhan G.: 20-25 yıl evvel, bir gün stüdyodayız. Tonmaister geldi ve “Bir saat sonra başka bir grubun gelecek, onlar gelene kadar bir şeyler yapsana” dedi. İki dakikada bir şiir yazdım. 10-15 dakikada aranje yaptım. Bir kerede de okudum; “Gittiğin Yağmurla Gel”. Çok daha profesyonel koşullarda yapabilirdik o şarkıyı. Ama bu kadar samimi bir şarkı olmazdı belki o zaman. Oyunculuk da böyle bir şey, o olma haline varabilmek için ilkel bir şey çıkartmak gerekiyor ortaya.

“Kum tanesi kadar aciziz”

Tuğçe K.: Fütursuz olmak gerekiyor biraz.
Erhan G.: Ama ne sen öylesin ne de ben... İkimiz için de kontrol manyağı denebilir.
Tuğçe K.: Evet, tedbirli yaklaşmayı seviyorum ben. Yaşadığım hayat öğretti bana bunu. Çünkü şöhret olmanın bedeli; her zaman bakılan, örnek gösterilen olmaktır. Şöhret olmayan insanlarınki kadar rahat yaşama şansına sahip olmadığımızı düşünüyorum.
Erhan G.: Var mı böyle bir şey? Mesela sen modelliğe kaç yaşında başladın?
Tuğçe K.: 17.
Erhan G.: 17, bir insanın hayatla ilgili çok net bir seçim yapabileceği bir yaş mıdır?
Tuğçe K.: O zaman bunun idrakında olmuyorsun ama farkına vardığın andan itibaren ona göre davranmalısın. O nedenle onun adı kontrol manyaklığı değil, insanlarla arana mesafe koyma çabası. Bir yandan evren içinde toplu iğne başı kadar yer kaplıyoruz ve bir kum tanesi kadar aciziz. Öte yandan da hayat içinde öğrendiğimiz ve başkalarına öğretmemiz gereken şeyler var. Bunu kabul ettiğin ve buna uygun bir hayat yaşadığın zaman bir vicdanın, bir gururun oluyor işte.
Erhan G.: Ben şöhretin iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Tuğçe K.: Şöhret, giymesini bilmezsen ateşten bir gömlek gibi yakar. Çok yetenekli insanlar parayı ve şöhreti gördükten sonra o hayatın zaaflarına kendilerini kaptırıyorlar. Bir süre sonra da yorulup kendilerini alkole veriyorlar. Böyle yitip giden o kadar çok insan var ki... Şöhret egonu sen farkına varmadan besleyen bir sistem. Şöhret olan pek çok kişi şöyle düşünüyor: “30’larımdayım, iyi de para kazanıyorum, şöhret var. İstediğim her şeyi yapabilirim.” Ama 50’sine, 60’ına geldiği zaman çok büyük bir buhran içine giriyor çünkü üretememeye başlıyor. Ve bir bakıyor ki hayat bitmiş, arkasında ne kalmış ürettiklerinden? Hiç...