Pazar“Mutluluk Cumartesi 14.45’te Konak Sineması’na gitmekti”

“Mutluluk Cumartesi 14.45’te Konak Sineması’na gitmekti”

07.09.2008 - 01:56 | Son Güncellenme:

Babamla sinemaya gittik bir gün, sıradan bir polisiyeydi. Filmin ortasında bana döndü -babamın zekasını gösteren bir hikayedir-“Oğlum bu filmin adı nedir?” diye sordu. Nedir? “Haris Uşağın Oyunları”. Yani katilin uşak olduğu filmin adından anlaşılıyordu. Öyle filmler gelirdi işte, ucuz ucuz.

“Mutluluk Cumartesi 14.45’te Konak Sineması’na gitmekti”

Fakir kızla zengin delikanlı bu kez, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” adlı yeni romanında bir araya geldi. Füsun’la Kemal’in anlara bölünerek anlatılan “siyah-beyaz” hikayesi, Orhan Pamuk’un sabırlı ve zeki kaleminin izinde yapılan keyif, hüzün ve merakla karışık “rengarenk” bir yolculuk. Öte yandan Türk toplumunun “aşk” üzerinden çizilmiş detaylı bir panoraması...
Bu buluşma, edebiyatın bütün mekanlara imkan tanıyan geniş sahnesinde gerçekleştiğinden, Kemal’le Füsun’u Yeşilçam sokaklarında da görüyoruz sık sık. Hatta romandaki diğer mekanlara oranla biraz daha fazla...
Peki nasıl oldu da Türk sineması bu kadar yoğun nüfuz etti Orhan Pamuk’un romanına? Biz, biraz da bu sorudan çıkarak romanı konuşmak istedik. Ve tabii, Kemal’i bir aşkın objelerinin koleksiyonerliğine sürükleyen nedenleri... O yüzden 1.5 yıl sonra Çukurcuma’da, kitapta anlatılan Masumiyet Müzesi’ni kurmaya hazırlanan Orhan Pamuk’u bir başka müzede, TÜRVAK Sinema Müzesi’nde görüntüledik.
Söyleşi ise evinde gerçekleşti. Kütüphanesinin önüne yerleştirilmiş “Masumiyet Müzesi” eşyalarının yanı başında. Ayva rendesi, Füsun’un tokaları, annesinin dikiş kutusu ve diğerleri; romanın içinden çıkıp hayata karışmış izlenimi veren...

Haberin Devamı

Romanın baş kahramanı Kemal’in zihni sürekli sevgilisi Füsun’la meşgul. Bu meşguliyet, sekiz yıl boyunca hayatında birtakım kayıplara neden oluyor, iş ve yaşam kalitesini düşürüyor, acı da veriyor. Bu aşk mıdır obsesyon mudur?
Ben doktor değilim, böyle bakmıyorum konuya. Kahramanımı, yaşadığı takıntı mıymış, hastalık mıymış, bunlarla görmek istemem. Öyle de görmüyorum. Kemal’in yaptıklarının aşağı yukarı normal olduğunu düşünüyorum. Durumu bir tür talihsizlik. Sekiz sene boyunca kızın peşinden gideceğini o da tahmin etmiyor zaten, üç ay içinde istediğimi elde ederim diyor. Bütün aşk hikayelerinde de insanlar başlarına gelecekleri baştan düşünmezler. 

Yaptıklarının normal olduğunu söylüyorsunuz ama ben sevgilimin evinde, içtiğim 4 bin 200 tane sigaranın izmaritini bulsaydım o adamdan korkardım...
Kemal de öyle düşündüğü için kendinden, herkesten ve Füsun’dan saklıyor. Aşıklar fantezilerini ve acı içinde kurdukları dünyayı karşılarındakinin bilmesini istemez. Aşk diplomasisi, aşk sırasında hissettiğimiz bizi küçük düşürten ya da aşık olduğumuz kişiyi korkutacak şeyleri saklamayı gerektirir. Dediğim gibi; kahramanlarıma teşhisler koyarak, tıbbi ölçülerle yaklaşmam. Edebiyatın zevki onlara şefkatle yaklaşmaktır. Takıntılı olma meselesine gelince, siyasi fikirlerini beğenmediğimiz birine de “Takıntılı bu’ der geçeriz ama belki de adam aslında doğruyu söylüyordur. 

“Görüyorum, o halde varım!”

 “Masumiyet Müzesi” için aşk romanı diyoruz ama içinde sadece aşk yok.  Karakterler sık sık “mutluluk” vurgusu yapıyor. Aslında aşk, asıl söylemek istediğiniz şeyin bahanesi mi? 
Hayır. Mutlu olmak istiyorsanız aşk da önemli bir vazgeçilmez. Ama bizimki gibi toplumlarda aşk yana yana yapılması gereken bir şey. Çünkü aşk, mutluluğun temel koşulu olan iyi bir evliliğin sınandığı yer. Bütün Batı edebiyatının temelinde aşk konusu en sonunda kızımız ya da oğlumuz kiminle evlenecek sorusuna bağlanır. Bu konuya melodramatik yaklaşırsınız, Jane Austen gibi seçim yaparken değerler ne olmalı şeklinde bakabilirsiniz ya da benim gibi bütün bir toplumun panoramasını çizerek de yönelebilirsiniz.

Kemal, Füsun’u hatırlatan eşyaları biriktiriyor. Bu eşyalar 1,5 yıl sonra sizin Masumiyet Müzesi’nde sergilenecek... Eşya acı vermez mi aslında?
İki görüş vardır. Birisinin ölümünden sonra, size onu hatırlatmasın diye eşyalarını yok etmek, yakmak... Gelenekte böyledir, eşya acının sürmesine yol açar. Ama öte yandan o tatlı hatıra hem acı verir hem de acıyı geçici olarak dindirir. Dindirdiği için de atmazsınız. 

Sizin eşyayla ilişkiniz nedir?
Benim Kemal gibi eşya takıntım yok. İhtiyacım ve iş aletim olduğu için bende bu kadar çok kitap var. Koleksiyoncu ise biriktirirken içindeki manevi bir yarayı tatminle, kendine bir şeyi kanıtlamakla meşgul. Benim böyle koleksiyoncu bir ruhum yok...

Ama romanda da görüyoruz ki eşyaya yönelttiğiniz dikkat müthiş!
Yazarlar ikiye ayrılır diyebilirim. Eşyalara dikkat edenler ve onları görmeyenler. Görmeyenlerin en iyisi Dostoyevski’dir. Yazdıkları ruhumuza işler ama etrafta hiç eşya yoktur. Tabii bu derin bir roman yazmaya mani değil. Tolstoy, Nabokov ve Proust’ta ise eşyalar güzel güzel tasvir etme iştahıyla anlatılır. Benim romanlarım başka yazarlara göre daha görseldir ve dünyayı görme zevkinden yapılmıştır. Yani ben “Görüyorum o halde varım!" 

“Toplum Sait Faik’in eşcinsel olduğunu kabul ediyor mu?”

Kemal “Müzeler bizim hayatımızı sergilemeli” diyor. Devamında ise “kafeteryası olan müzeler açıp Batı’nın sanatını sergileyen zenginleri” eleştiriyor. Katılıyor musunuz?
Kemal orada biraz polemik yapıyor. Benim anlatmak istediğim; dünyada bir müzecilik coşkusu var, güzel... Ama bu coşkunun çıktığı yer Batı’nın merkezleri. Orada bir resim sanatı var. Halk da resim sanatına meraklı. Bizim kültürümüzde resme öyle bir merak yok. Müzelerin açılmasını destekliyorum ama resme dayalı müzelerin yaşadığımız ülkenin hayatına, ruhuna çok fazla giremeyeceğini düşünüyorum. Çünkü hem büyük kabiliyetlerimiz yok bu konuda hem de meraklısı yok. Yalnızca resme dikkat ederek müzelerde maneviyatımızı çok fazla gösteremeyiz. Kemal’in düşüncesine bu noktada yakın benimki. 

Hayatımızı sergileyen müzelerin artması bizi daha açık bir toplum haline getirir ve kaderimizin değişmesine yardımcı olur mu?
Olur tabii. İnsanların maneviyatını, hayatlarını sergilemeleri benim için önemli. İster edebiyatla olsun, ister sinemayla, ister müzelerle... Bu, bir toplumun açık olmasını, her şeyin konuşulmasını sağlar. Toplumda iletişim kurulabilecek ve kendimizi kalıp olarak da gösterebileceğimiz alanlar ne kadar sınırlıysa o kadar da az şey konuşulur. 

Kemal’le Füsun da konuşamıyor romanda...
Konuşamadıkları için de büyük acı çekiyorlar. Laikleşmek yalnızca askerlerin emriyle olmaz; toplum kendi insanlığını sergileyebilecek özgürlüğü yaşarsa olur. İnsanlar yasaklardan korkmadan, ayıplanmadan, cezalandırılmadan kendi insanlıklarını olduğu gibi gösterdikçe toplumlar da yumuşar. Başkalarının önünde insanlığımızı tam olarak ortaya koyabiliyor muyuz? Yoksa bunu yapanı eleştiriyor, ayıplıyor muyuz? Bir örnek... Sait Faik’in eşcinsel olduğunu bilen biliyor. Ama toplum bunu kabul ediyor mu? İstemiyor! Olmaz! Yasak! Düşünün bu bile yüksek sesle söylenemiyor, siyasi bir mesele filan da değil üstelik...

“Ergenekon’u gazetelerde çıkmadan altı ay evvel biliyordum”

Nobel’den sonraki bir buçuk yıl nasıl geçti?
Bir buçuk yılda ölüm tehditleri, bu işlerin Ergenekon’a bağlanması ve onların içeri alınması önemli. Çünkü o insanların beni öldürmek istediğine ikna oldum. İddianameyi okuyup da ikna olmuş değilim. Daha kimse Ergenekon’u bilmezken bana “Orhan Bey, böyle böyle böyle... Biz sizi bu kötü adamlardan koruyacağız” dendiği için de müteşekkirim. Ben Ergenekon’u gazetelerde çıkmadan altı ay evvel, beni tehdit eden bir yapı olarak biliyordum. 

301 davalarının baş aktörlerinin şu an içeride olmaları size ne hissettiriyor?
Benim için önemli olan kendi sıkıntılarımın azalıp çoğalması değil, yazarlarımıza niye böyle davranıldığı. Neden basın ve medya, yazarları siyasette araç olarak kullanıp zor duruma düşürüyor? Önemli olan böyle bir maddenin olması... Önemli olan yazarlara Türkiye’de hakaret, sıkıştırma, tehdit ve öldürmenin hâlâ kültürümüzde önemli bir iş olması...

Korumalarla dolaşacağınız bir hayat öngörmüş müydünüz ?
Son iki yıl öncesine kadar hayır. Ama bunu da büyütmemek lazım. Birincisi, Türkiye’de korumalarla dolaşan yalnızca ben değilim. İki, dünyada birçok yazar korumayla dolaşır ki bunun bir kısmı da ünlü olmalarıyla ilgili. Şikayeti de ölçülü yapmak lazım. Benden önceki kuşağın yazarlarıyla kıyaslandığında benim durumum gayet iyi. 

“Burası benim ülkem ve burada sevilmek isterim!”

Türkiye’deki okurun size ilgisinde bir değişiklik oldu mu?
Bunu “Masumiyet Müzesi” ile göreceğim. Şu kadar kitap yazdım, bu kadar dile çevrildim, takmıyorum dememe rağmen her yazar gibi bir titreme hali yaşamıyor değilim. Çünkü burası benim ülkem ve burada sevilmek isterim. Aslında bu sevgide bir artış oldu. Durmadan resim çektirmekten anlıyorum bunu. Kitaplarınız kadar artık “ünlü Türk”, “tarihe geçmiş yazar” sıfatınız da oluyor. 

Nobel’den sonra başbakan arayıp tebrik etti sizi...
Bugün cumhurbaşkanı olan, o dönemin dışişleri bakanı Abdullah Gül de...

Bu tebrikten sonra hükümet size biraz daha sempatiyle bakar hale geldi mi?
Bugüne kadar hiçbir hükümetle hiçbir ilişkim olmadı. Sempati duyuyorlar mı duymuyorlar mı bilmiyorum. Hakkımda ne düşündükleriyle ilgili hiçbir fikrim yok... Duymadım...

Haberin Devamı

“54 yaşında ilk defa maaşlı bir işe girdim!”
Columbia Üniversitesi’nde üniversite hocalığı nasıl gidiyor? Yazarlık çok yalnız yapılan bir işken, üniversitede çok sayıda insanla bir aradasınız...
Önce şunun altını çizmek lazım. Ben 54 yaşında hayatımda ilk defa bordrolu, maaşlı bir işe Columbia Üniversitesi’nde profesör olarak başladım. 32 yaşına kadar babamın verdiği cep harçlığıyla yaşayıp evde roman yazdım. Herkes de “Adam olmayacaksın” dedi. 32-54 yaşlarım arasında kitaplarımın satışıyla geçindim. Bugün 54’ümde Columbia Üniversitesi’nde iş bulmak bir yandan çok cazip ama o yaştan sonra işe girmek bir yerde çok da cazip değildi; alışık olmadığım bir disiplin! 

Ne dersi veriyorsunuz? 
Edebiyat ve resim. Bildiğim konu, dersi ben hazırlamışım, neredeyse ezberlemişim ama yine de o parlak, zeki Columbia Üniversitesi öğrencilerinin ilk derslerine korka korka girdim. Dersten çıktığımda kendimi manevi açıdan o kadar yorgun hissederdim ki, bir kadeh şarap içip hemen uyumak isterdim. Ama artık alıştım. 

Şimdi alıştınız mı sadece, yoksa iyiden iyiye bir tutku halini aldı mı?
Hayır, öyle tutku halini almadı. Ben nasıl ruhen koleksiyoncu değilsem, profesör de değilim. Profesörlerle yemek yiyoruz mesela; dersi nasıl anlattıklarını, öğrencinin konuyu nasıl anladığını, aynı kuş yavrularının ağzına yemek koyan ana kuşlar gibi sevinerek anlatıyorlar. Oysa ben, öğrenci benim bilgi mamamı yemiş ya da yememiş; bunu dersten sonra unutup gidiyorum. Diğer profesörlerse günlerce mutlu oluyor. İşte onlar öğretmen ve öğretmek onlar için mutluluk; benim içinse asıl mutluluk kitap yazmak!

Haberin Devamı

“Anneme Yeşilçam’da gezdiğimi söylemeyin...”Türk sineması romandaki yerini nasıl buldu?
Türk sinemasını anlatmak istiyordum çünkü Füsun artist olmak istiyordu. İlk başta bu “artiz” olmak istiyor sanılıyor ama Füsun filmler konusunda daha ciddi. Boş vakitlerinde arkadaşıyla Dormen Tiyatrosu’ndaki provaları seyredecek kadar bir ciddiyeti var. Ayrıca kendim de 1980’lerde ve 90’larda senaryolar yazdım. O zamanlar senaryo yazdığım insanlar kendilerinden Yeşilçam olarak bahsedilmesinden hiç hoşlanmazdı. Tıpkı zenginlerin “Sosyete biz değil ötekiler” demesi gibi onlar da “Yeşilçam ötekiler, biz sanat filmi yapıyoruz Orhancım” derdi. Oralara gide gele bütün sorunları öğrendim. Ve anlatmak istiyordum o çevreyi. 

“Gizli Yüz”ü yazdığınız o dönemlerde aklınızdan geçiyor muydu, bu çevreyi 592 sayfalık bir romanın neredeyse üçte birinde anlatacağınız?
Hayır, hiç aklımdan geçmiyordu. Hatta “Buralarda gezindiğimi kimse bilmez inşallah. Anneme oralara gittiğimi söylemeyin” diye geçiriyordum” içimden. Ama şimdi aradan yıllar geçince tabii insan biraz daha başka türlü bakıyor. Geçmişini seven herkes gibi geçmişe karşı hoşgörü oluşuyor. 

Yeşilçam çevresi, sinema barları, film şirketleri, yönetmenler, prodüktörler, oyuncular, açık hava sinemaları... Türk sinemasının bütün özneleri var romanda. Bu bölümleri yazarken ne gibi  araştırmalar yaptınız?
Birazcık biliyordum ama bilmek başka, aradan yıllar geçtikten sonra bildiğiniz şeyleri kitaplarda sınıflandırılmış olarak görmek başka. O kitaplara tekrar döndüm. Ayrıca televizyon sayesinde, fotoğraf çekimi için gittiğimiz Sinema Müzesi’ndeki filmlerin çoğunu görmüşüm. Kitapta yaz sinemalarına gittikleri bir bölüm var; bazılarını hatırlayarak bazılarını mesela Orhan Gencebay’ın iki filminin DVD’lerini seyrederek yazdım; bazılarını da Youtube’dan izleyerek -eski güzel dönemlerde Youtube açıktı Türkiye’de. 

Orhan Gencebay’ın filminde bekaret konusu o kadar açık bir şekilde konuşuluyor ki Kemal bundan rahatsız oluyor. Çünkü halk bu konuları burjuvalara göre daha açık konuşuyor. 

Türk filmleri Türk toplumundan daha mı cesurdu o zamanlar?

Hayır değil. Türk burjuvaları Türk halkının açık açık konuştuğu şeyleri konuşmadığı için Kemal rahatsız oluyor. O da tabii bu konulara inanıyor ama konuşmadan uyguluyor. Yalnız bunları Kemal ve arkadaşları, burjuvayı eleştiriyor şeklinde söylemiyorum...

“Bu romanı en iyi Bunuel filme çekerdi. Oyuncu tercihinde ise çok kıvranırdım”
Nişantaşı’ndaki Konak Sineması desem?
Çok giderdim; benim için ortaokuldayken mutluluk cumartesi günü 14.45’te Konak Sineması’na gitmekti. Oradaki insanlara bakmaktı. Bir sene de babam tıpkı futbol maçına gider gibi abonman almıştı. Abonman nedir biliyor musunuz? Her hafta otomatik film değişirdi. Şimdi film tutarsa kalıyor. Babamın cuma günü abonmanı vardı; her cuma balkonda üçüncü sıranın bir ve ikinci sıraları bizimdi yani. Ne film oynuyorsa görüyorsun. Oralarda Türk filmi seyredilmezdi. Arada ucuz Amerikan ya da Avrupa filmleri de gelirdi; hepsi altyazılı, temiz temiz. Sessizce seyreder, yalar yutar bitirirdik. Bir de genç olduğumuz için hepsini hafızamızın hard diskine de aldık. Bir sürü kötü bilgi duruyor hâlâ orada. 

Ne gibi?
Ne bileyim... Unutulmaz bir hatıradır; hiçbir yerde yazmadım ama size söyleyeyim. Babamla sinemaya gittik bir gün, sıradan bir polisiyeydi. Filmin ortasında bana döndü -babamın zekasını gösteren bir hikayedir- “Oğlum bu filmin adı nedir?” diye sordu. Nedir? “Haris Uşağın Oyunları”. Yani katilin uşak olduğu filmin adından anlaşılıyordu. Öyle filmler gelirdi işte, ucuz ucuz. 

“Masumiyet Müzesi”nin filmi çekilse, Füsun ile Kemal’i kim oynasın isterdiniz?
Herhalde kıvrım kıvrım kıvranırdım. Hiçbir şey yapamazdım. Ne yazık ki Türk sinemasından koptum uzun zamandır. Artistlerin hiçbirini tanımıyorum, ne desem boş. Ayrıca çok zor bir şey. Oyuncu başarılı olursa, onun yüzü Füsun’un olan her şeyi alır götürür, herkes de Füsun’u değil onu hatırlar. 

Bu, yazar kıskançlığı mı?
Yazar kıskançlığı ya da karakterin elinizden gitmesi gibi bir şey...

Peki kim yönetsin isterdiniz filmi?
Bu romanı bence en iyi Bunuel filme çekerdi. Romanımın sınıfsal, gizli erotik ve sürrealistik yanını ortaya çıkarırdı. Bundan ne kastediyor diyenlere Bunuel seyredin derim.

Filmlerini özellikle izlediğiniz bir Türk yönetmen ya da yönetmenler var mı?
Türk sinemasından koptum uzun zamandır. Ama Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ve Semih Kaplanoğlu’nun filmlerini takip ediyorum. Bu üç yönetmene de değer veriyorum.

KEŞFETYENİ
Survivor'da sürpriz açıklama! Yarışmacılar dondu kaldı
Survivor'da sürpriz açıklama! Yarışmacılar dondu kaldı

Cadde | 25.04.2025 - 13:05

Survivor son bölümde sürpriz bir gelişme yaşandı. Acun Ilıcalı'nın sözleri şoke etkisi yarattı.

Yazarlar