27.10.2019 - 07:50 | Son Güncellenme:
BUKET AYDIN - PAZARDAN PAZARA
56. Antalya Altın Portakal Film Festivali, dün “Öze Dönüş” temasıyla başladı. 1 Kasım’a kadar da devam edecek. Bu sene Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Onur Ödülleri’nin sahibi Ahmet Mekin’le beraber Türk sinemasının önemli isimlerinden Selma Güneri oldu. Biz de bu vesileyle Wyndham Grand Kalamış Marina Hotel’de Selma hanımla bir araya geldik. Doğumu onur ödülüyle aynı döneme denk gelen torunu Talya’dan tutun da ailesinin hikayesine kadar her şeyi konuştuk. Yeni nesilden beğendiği oyuncuları, filminde oynamak istediği yönetmenleri... Selma Güneri sanat yaşamı boyunca hep seçici davranmış. “Filmlerim tamamen sol tandanslı. Anlayış farklı, bakış farklı; Yılmaz Güney’li filmler. Ya sansüre takılmışızdır ya vizyona sokmamışlardır. Mücadeleyle geçti” diyerek anlatıyor o dönemleri. İşte bu yüzden bu röportaj sadece yarım asırlık bir sanat hayatını anlatmıyor. Dünden bugüne Türk sinemasının bir özeti niteliğinde...
Altın Portakal Film Festivali Onur Ödülü’nü bu sene Ahmet Mekin’le paylaşıyorsunuz. Bu size ne hissettirdi?
Neler hissettirmedi ki; çok mutlu oldum. Aslında biraz geç kalınmış bir ödül gibi geliyor bana. Ben 15 yaşındayken Antalya’dan Altın Portakal’dan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almıştım. Düşünün yarım asır geçmiş. Şimdi de yaşam boyu onur ödülü bana çok iyi geldi tabii. 50 yıl boşa geçmemiş demektir o zaman. 15 yaşındaki halimi düşünüyorum. Çok duygusal bir şey. Bir sanatçı için müthiş onurlandırıcı bir olay yaşam boyu onur ödülleri.
Bu arada iki önemli olay bir arada sanıyorum. Bir torununuz oldu değil mi?
Evet, iki ödül birden. Dünyanın en muhteşem ödülü tabii torunum Talya. Henüz 1 aylık bile değil. İki ödül çok güzel oldu; Antalya’yla Talya. Ben hala farkında değilim neler oluyor? Kim bu bebek? Şaşkın durumdayım. Parçanızın parçası, müthiş bir şey, Allah size de nasip etsin inşallah.
“Hikayem ilginç senaryosu bile var”
Nasıl bir ailede büyüdünüz? Babanız ses sanatçısı. Bu nedenle mi oyunculuğa yöneldiniz?
Çok iyi bir çocukluk dönemim oldu benim. Babam ses sanatçısı Lütfi Güneri. Ama o nedenle başlamadım oyunculuğa, planlamadım bu işi. Hikayem çok ilginç. Senaryosu bile var. Çünkü kader diyorsak alın size kader. Eğitimci olmayı düşünüyordum. Kandilli Kız Lisesi’nde okuyorum yatılı. Hafta sonları eve geliyorum. Bir hafta sonu akrabamızın kızı Nurten abla geldi; “Ben artist yarışmasına girdim ve elemelere kaldım” dedi. Bir heyecan bizde. Babamdan dolayı röportaj yapmaya eve gelen çok gazeteci var, annemi de tanıyorlar. Nurten abla da dedi ki; “Neriman abla da gelsin, sen de gel. Gazetecileri tanıyorsunuz bana destek verin, belki bir katkınız olur”. Biz de moral vermek için gittik. Annemi de beni de tanıdılar. “Bu kız Selma mı biz bebekken fotoğrafını çekmiştik. Bu yüzlere Türk sinemasının ihtiyacı var. Niye yarışmaya sokmadınız?” dediler. Babam Amerika’da o zaman. Annem dedi ki “Olacak şey değil. Katiyen kabul etmem”. Mecmuanın sahibi çok ısrar etti; “Benim arkadaşım babası, ona ben izah ederim bu durumu” dedi. Sonunda kavga dövüş beni zorla sahneye koydular. Ben nasılsa olmayacak diye düşünüyordum. Çok güzel kızlar var, benden daha güzel, daha büyük. Ben şoset çorapla orada ne yapabilirim ki?
Sonra ne oldu?
Hayatım beni birinci seçtiler. Yer yerinden oynuyor. Büyük starlar orada. Değişik bir tipim vardı. Ertesi gün Hürriyet gazetesi manşet atmış “Türk sineması yeni bir Leslie Caron kazandı” diye. Birdenbire bir hareketlenme oldu camiada. O arada teklifler yağmaya başladı. İlk filmim “İstanbul’un Kızları”ydı Halit Refiğ’in çektiği. Sonra dedim ki ben film falan yapmam artık. Hatır işiydi bitti. Ama ısrar edildi çok ve bunun devamı geldi.
Babanız destekledi mi? Gazetecilerin sizin oyuncu olmanızla ilgili ısrarına ne dedi?
Hemen mektuplar yazıldı. “Ahlaka aykırı bir şey olmadığı sürece yanındayım ve okulun devam ettiği sürece tabii ki” dedi. Elia Kazan babamın arkadaşıydı. Bütün afişlerimi ona yolladık. Gelsin demiş Elia Kazan. Yani ben Amerika’ya gidecektim. Bütün planlar öyleydi. Sonra biz babamızı maalesef bir trafik kazasında kaybettik tam dönerken o buraya.
“Genç yaşta oyuncu olmak travmatik”
Çok küçük yaşta bu işe başlamışsınız, psikolojiniz nasıl etkilendi?
Güneri soyadı çok önemliydi. Lütfi Güneri’nin kızı diyerek çok dikkate aldılar. Ama dediğiniz gibi çok genç yaşta başladım, travmatik bir durum tabii bu, onu söyleyeyim. Ben hastalandım Halit Refiğ’in setinde. Çünkü Halit bey yüksek sesle konuşan, oyunculara fırça atan, çok disiplinli bir yönetmendi. O zaman çocuğuz tabii. Birdenbire sesi yükselince ben kasılmışım. Beni hemen otele götürdüler. Cüneyt Arkın başroldeydi. O da doktor olduğu için başka doktor da yok, o geldi bana bakmaya. “Canım senin kasların birden kasılmış, sen bir travma yaşıyorsun” dedi. Ben 10 gün çalışamadım. Döndükten sonra sete ben sinema yapamam, bana göre değil kararını vermiştim. Ama “Son Kuşlar”la ödül alınca da oyunculuğa ciddi bir iş olarak bakmaya başladım.
“Artık bireysel sinema yapılıyor”
Sizin sinemaya başladığınız dönemden bu yana ne değişti?
Teknoloji çok değişti. Bir de bireysel, özgün sinema yapılıyor artık. Ama dünya kısmı tam oturmadı ne yazık ki! Nuri Bilge Ceylan dışında. Eskiden de Yılmaz Güney çok başarılıydı. Pazarlamada, prezantasyonda bir eksiklik var. Yoksa çok iyi filmler çıkarıyoruz. Ama hep festivaller içinde kalıyor. Ben sık jüri üyeliği yaptığım için çok kaliteli ve çok güzel filmler seyrettim. Ve şaştım açıkçası ne kadar iyi yönetmenler yetişmiş Türkiye’de.
Yeni dönem oyunculardan beğendikleriniz kimler?
“Kadın” dizisinde oynayan Özge Özpirinççi mükemmel. O kadar mı içselleştirilir bir rol! Çok etkiliyor beni, rolünü çok yaşıyor. Bir gün mesaj çekeceğim “Bu kadar yaşama, yıpranırsın, ruhsal olarak dengen bozulur” diye. Kıvanç Tatlıtuğ çok iyi bir oyuncu. Oyunculuğu yakışıklılığını geçti artık.
Keşke filminde oynasaydım dediğiniz bir yönetmen var mı?
“Bitmeyen Yol” filmini yaptığımda Duygu Sağıroğlu bunu Fransa’ya götürdü. Orada bir gece olmuş. O gece de filmi seyreden yönetmenlerden biri olan François Truffaut demiş ki, “Ben bu kızı istiyorum. Filmimde direkt başrol oynatacağım, lisana gerek yok, dublaj yapacağım, çağırın gelsin”. Beni arıyorlar. Asistanı İstanbul’a geliyor hatta. Araştırıyor, soruyor. Ne diyorlar biliyor musunuz? “O bıraktı artık film çekmiyor”.
Kötülük yapmışlar!
Resmen! Bu kötülük bana da değil, sinemaya yapılan bir kötülük. François Truffaut’nun bir filminde oynamak isterdim. Bir de Tarantino ve Spielberg’le çalışmak.
Türk yönetmenlerden yok mu çalışmak istedikleriniz?
Türklerin de en büyükleriyle çalıştım zamanında. Ama Çağan Irmak’la, Ferzan Özpetek’le çalışmak isterdim. Onların da teklifi oldu ama kısmet olmadı. Ve tabii ki Nuri Bilge Ceylan.
Kendinizi Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik’ten farklı gördüğünüz ya da kıyasladığınız oldu mu hiç?
Hiç kıyaslamadım. Öncelikle onlar benden önce gelmişler, yerlerini yapmışlar, dört kadın olmuşlar. Ben daha sonra girdim sinemaya. Ancak benim kulvarım farklı oldu. Filmlerim tamamen sol tandanslı. Anlayış farklı, bakış farklı; Yılmaz Güney’li filmler. Melodramlarda pek oynamadım. Öyle bir seçimim olmadı. Hep ülkenin meselesini anlatsın istedim oynadığım filmler. Ya sansüre takılmışızdır ya vizyona sokmamışlardır. Mücadeleyle geçti. Başka bir çizgim var benim sinemada onu biliyorum. Ama büyük saygım var onlara. Anadolu’ya, halka hitap ettiler. Benim de pek iş yapacak, halk filmlerim olmadı. Yılmaz Güney’e sora sora adresi öyle buldum ben. Bundan da çok memnunum aslında. Kişilikli filmlerim var.
“Yeşilçam’ı çok özlüyorum”
Yeşilçam filmlerini defalarca izlemiş bir kuşağız. Nasıl bir büyüydü sizce o? Neden hala bu kadar özel o zaman çektiğiniz filmler?
Çok güzel bir yere değindin. O kuşak çok özel bir kuşaktı. Ben Yeşilçam bir okuldur diyorum, bir ekol; o ekolden yetişenler müthiş bir jenerasyon. O yılların kültürel ve sosyolojik durumuna da bakmak lazım. Mesela 60’lı yıllarda dünyada bir romantizm, hümanizm rüzgarı vardı. O romantizm rüzgarından Fransız sineması çok etkilenmiştir. Ve bize de yansımıştır o. Romantik insanların yaşadığı bir dünyanın içindeydik o zaman. Bu kadar yoz değildi, bu kadar maddeleşmemişti insanlar, taşlaşmamıştı. Daha sade daha saf daha temizdi her şey. Aşklar da öyleydi, ilişkiler de dostluklar da. Bunlar üzerine kurulan hikayelerdir o zamanki hikayeler. O yüzden sizler çok sevdiniz. Siz kaba bir dünyaya doğdunuz biraz. Biz ucundan o güzelliği yakaladık. O yüreklerin saflığını, dostlukların güzelliğini yakalamış olduk. Onun için çok değerli. Şimdi geriye dönüp baktığımda ben de çok özlüyorum.
“Mış gibi yapma yaşa oyunculuk böyle bir şeydir”
Yılmaz Güney’in sizin kariyerinizin şekillenmesinde çok büyük etkisi var bildiğim kadarıyla doğru mu?
“10 Korkusuz Adam” filmiyle Yılmaz Güney’le tanıştım. Abi diyebileceğim kadar gerçek bir abilik yaptı bana. Ailecek görüştük, çok yakın olduk. Bana tek bir söylediği vardı “Mış gibi yapma, yaşa. Oyunculuk böyle bir şeydir. Ve bana sormadan hiçbir teklifi kabul etme”. Yılmaz Güney’den aldığım feyzle ben senaryo seçici oldum. Çok şaşırdılar. Bunu bir kibir, ukalalık olarak düşündüler. “Hiçbir sanatçı böyle senaryo falan istemez” dediler.
Gençlerin çoğu oyuncu olmak istiyor ama oyuncu olmaktan kasıt ünlü olayım, para kazanayım. Bu sanırım şimdiki döneme mahsus bir şey. O dönem böyle bir şey yoktu değil mi?
Asla, asla! Zaten o bakış çok enteresandı, yönetmenlerin oyuncu seçimi. Hemen anlarlardı bunda bir iş var diye. Çünkü sinema bir bakıştır, duruştur. Diyalog bile şart değildir sinemada meselenizi anlatmak için. Mesela Charlie Chaplin sineması sessizliğin sesidir. Sinemada tek bir plan, tek bir bakış bir insana ödül aldırır. Rolü hissetmek ve onu yaşamak korkunç bir konsantrasyon işi. Aslında çok da tehlikeli. Role kaptırırsanız çok ruh haliniz de bozulabilir.