13.04.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:
1928 yılında Ankara’da doğar. İlk, orta ve lise tahsilini Ankara’da tamamlar. Sekiz yaşından 18 yaşına kadar, İlköğretim Genel Müdürü ve Köy Enstitüleri’nin kurucusu, babası İsmail Hakkı Tonguç ile Türkiye’yi gezer. Mimar olmayı istemesine rağmen 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesi’ne kaydolur. Mezun olur olmaz Ankara Ordu Donatım Fabrikası’nda hekim olarak yedek subaylığını yapar. Hamburg’da aldığı uzmanlık eğitiminin ardından işyeri hekimliği, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda Sağlık Bilgisi öğretmenliği ve okul doktorluğu yapar. 1965-1976 yılları arasında da SSK Ulus Hastanesi iç hastalıkları uzmanı, 1977 yılında SSK Meslek Hastalıkları Hastanesi başhekimliği ve 1978-1980 yılları arasında da SSK genel müdür yardımcılığı görevlerini yürütür. 1980 yılında emekliye ayrılır. Meslektaşı Müstesna hanımla 1956 yılında Almanya’da evlenir. Halen eşiyle birlikte İzmir’de yaşıyor… Engin Tonguç’la İzmir Bostanlı’daki evinde görüştük.
Eski Ankara’da geçen çocukluk
"Altta iki oda, üstte üç oda vardı. Damı akardı, sağa sola kovalar falan konurdu. Ankara’nın kışı çok sert olur. Sular donardı. Tabii kömür sobasıyla bir oda ancak ısınırdı. Yattığımız odalar çok soğuk olurdu. Sonra birtakım ekonomik sıkıntılar başlayınca, alt kattaki iki odalı yer kiraya verildi. Bir berber tuttu orayı ve kira da ödemedi. Sonra başka kiracılarımız da oldu." 1934 yılında aynı semtteki Necatibey İlkokulu’na kaydolur Engin Tonguç: "Okuldaki öğrenciler iki ayrı kökenden gelen çocuklardı. Büyük bir kısmı Ankara Kalesi ve civarındaki yoksul semtlerden gelen, yoksul ailelerin çocuklarıydı. Onların arasında da bizim gibi böyle birkaç tane memur ailelerinin çocuğu vardı. O dönemin ilkokulu günümüzdekilere oranla çok daha toplumcu, devrimci ve Kemalist ilkeleri aşılamaya çalışan bir ilkokuldu. Öğretmenlerimiz çok iyi pedagojik formasyon almışlardı."
Peri kızı nerede?
"Güzel bir eğitim aşılarken, bazı gerçekçi olmayan, bana da ters düşen yönleri de vardı ilkokulun. Birtakım oyunlar oynardık, ‘Çiftçi çukurdadır, nerede peri kızı?’ falan diye. Böyle el ele tutuşup da bahçede halka yapıp dönmeye bir anlam verememişimdir. Hani ‘Çiftçi çukurda!’, ‘Niye çukurda? Peri kızı kim? Son derece anlamsız gelmiştir bana. Üstelik de o şarkıları söyleyen çocuklar, Kale semtlerinin en yoksul, en perişan ailelerinin çocuklarıydı."
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl ilkokulu bitirir Engin Tonguç: "Yokluklar, karartma ile geçen savaş yıllarına girdik. Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle sebze ve meyve yetiştirdiğimiz Etlik’teki bağ evine yaz aylarında giderdik. O zamanın bağ evleri, her biri birbirinden en az 100 metre uzakta, tek tek kıra serpilmiş evlerdi, yani bir mahalle yaşantısı, mahalle arkadaşlığı olayı da yoktu, o bağ yaşamı içerisinde."
"Devletçilik" oyunu
"Bağ evindeki tek değişiklik, Ceyhun ağabeydi. Teyzemin oğlu; Ceyhun Atıf Kansu, şair. O da İstanbul’da yatılı okuyordu, benden sekiz-dokuz yaş büyüktür. Yaz aylarında bağa gelirdi ve bir parça renk katardı bağdaki yaşama. Bir de onun kardeşi… Üçümüz hep birlikte oynardık. Ceyhun ağabeyin organize ettiği bir oyun vardı. Küçük taşları dizerek bir köy yaptık. Bir de isim koyduk: Küçük Hisar Köyü… O köyde Ceyhun ağabey kaymakam, kardeşi mal müdürü, ben de jandarma kumandanı oluyordum. Ondan sonra birtakım senaryolar geliştiriliyordu. Birtakım emirler çıkarılıyor, işler, yazışmalar yapılıyordu. Sanıyorum bunun kaynağı, babalarımızın evdeki konuşmalarıydı. Çünkü hem babam, hem de Ceyhun ağabeyin babası eğitimciydi. Onlar devamlı olarak bu konuları konuşurlardı." "Devletçilik" oyununun yazışmaları yıllar içinde birikir. "Dosyalar, kağıtlar birikti, sonra unutuldu! Uzun seneler sonra bulduk onları. Aklı başında olmayan bir görevlinin eline geçerse başımız belaya girer, diye hepsini yok ettik."
Brahms erkek adammış!
Büyükten küçüğe kitapların ve paltoların devredilerek okunduğu yıllarda ortaokula başlar Tonguç: "Hiç unutmam babam ilkokul diplomasını elime verdi, ‘Sen git şimdi, ortaokula kaydol’ dedi. Ben de ne bileyim ortaokula nasıl kaydolunur? Demek ki öyle yapılıyor dedim, gittim, kaydoldum. Ortaokuldaki sınıfın sosyal yapısı, ilkokuldaki gibiydi; yoksul ailelerin çocukları, işte üç-beş tane memur ailesi çocuğu falan gibi bir topluluk. Hiç unutmuyorum, bir müzik hocamız vardı. Keman çalardı sınıfta. Bir gün Brahms çaldı. Sonra ‘Brahms’ı nasıl buluyorsunuz?’ dedi. Şimdi, Brahms’ı kimse bilmiyor bizim sınıfta, yani bilmemize de imkan yok. En önde bir arkadaşımız oturuyordu. Ona ‘Piç Yılmaz’ derdik. Sınıf olarak zor durumda kaldık, birisinin bir şey söylemesi lazım. Bizim Yılmaz, ‘Sapına kadar erkek adammış hocam’ dedi. Adam mosmor kesildi. Kemanı vurdu Yılmaz’ın kafasına ve gitti. Derken bir başka müzik hocası geldi, o da çok şişman. Şarkı söylemeye meraklı. Söylüyor, ‘Santa Lucia’! ‘Santa Lucia’yı kimse anlamıyor ki! Bu ve buna benzer olaylar ben de Türkiye gerçeklerine uymayan yanlış bir eğitim verildiği izlenimi uyandırmıştır. Onun yanında sevdiğim hocalarım da vardı ve onlardan da yararlanmışızdır."
Yenişehir kuruluyor...
Cumhuriyet ile birlikte yeniden planlanan genç başkent Ankara’da Yenişehir semti oluşmaya başlar:
"Zamanla Ankara’da bir ayrım belirdi; Eski Ankara’da oturan daha orta halli ve yoksul insanların bulunduğu semtler, ki aralarında tek tük, bizim gibi memur aileleri de kaldı zamanla, ama asıl memur aileleri ve yönetici, üst düzey kesim Yenişehir’e taşındı. Babam (Yenişehir’e taşınmayı) hiç istememiştir, adeta halkın genel düzeyinin üstünde bir yerde yaşamaktan çekinir, utanır bir anlayışı vardı."
Semtler ve arkadaşlıklar
Ulus’taki arkadaşlarıyla okul dışında da zaman geçirir Engin Tonguç. "Mahalledeki arkadaşlarımla Kale’ye giderdik. Ankara Kalesi’nin yanında, mağara ağzı gibi bir yer vardı. Oraya tırmanırdık. Kaleiçi semtlerde dolaşırdık. Yenişehir’de büyümüş çocukların yaşadıklarından farklı geçti çocukluğum. Yenişehir’de oturanlarla aramızda bir sürtüşme olmadığı gibi çok yakın bir ilişki de olmazdı. Onlardan bir tanesi Altan Öymen’dir. Onun da babası eğitimciydi, ailece görüşürdük."
Atatürk Lisesi
"Ayrıca o dönemde şimdi olduğu gibi özel okullar, kolejler yoktu. Ankara’da iki tane lise vardı. Ben Atatürk Lisesi’ne gittim. Lisemiz, Kızılay tarafındaydı. E, bizim ev Kale’nin dibinde. Çoğu zaman yaya giderdim, bazen belediye otobüsüne binerdim. Makam arabaları yoktu şimdiki gibi. Milli Eğitim Bakanlığı’nda sadece bakanın makam arabası vardı. Müsteşar, genel müdürler, hepsi yaya giderlerdi işe, yahut belediye otobüsüyle. Çamura bata çıka, buralarımıza kadar karların içinde okula giderdik."
Kovboy filmlerini severdik
Ortaokul yıllarında üç filmi arka arkaya seyreden Engin Tonguç lise yıllarında da sinemaya gitmeye devam eder: "Okuldan kaçarak sinemaya giderdik. Yalnız bir korkumuz vardı; lise müdürünün bizi yakalaması. Sinema okula çok yakındı. Sinemaya bizi yakalamaya gelirdi sık sık. Daha çok kovboy filmlerini severdik. Konserlere giderdik sonra… Konservatuvarın haftalık konserleri olurdu her cumartesi günü, işte oraya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de gelirdi."
Köy Enstitüleri’nin kurucusu ve dönemin ilköğretim genel müdürü olan babası İsmail Hakkı bey ile Anadolu’yu gezer Engin Tonguç. 1936 yılında ilk eğitmen kursunun açılmasıyla başlayan Köy Enstitüleri dönemi, 1946 yılında Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç’un görevden alınmasıyla kapanış dönemine girer. 1954 yılında adı İlköğretmen Okulu olarak değiştirilir ve kapatılır. Pek çok aydın ve öğretmen yetiştiren bu okulların kapatılmasının üzerinden yarım asır geçti: "Dağda taşta çobanlık yapan birtakım garip çocuklar Köy Enstitüleri sayesinde çok yetenekli, olağanüstü insanlar olarak ortaya çıkabilmişlerdir. Köy Enstitüleri’nin bütün kuruluş ve uygulama çalışmalarına tanıklık yaptım, babam bu gezilere beni yanında götürürdü. O yıllarda en elverişli ulaşım aracı trendi. Çok kalabalık olurdu. Üst üste oturulur, rahatsız seyahat edilirdi. Birinci sınıf kompartımanı milletvekilleri için, içinde insan olsun olmasın hep kapalı dururdu ama o arada da koridorda bir sürü insan ayakta gider gelirdi, halk bundan çok rahatsız olurdu. Babamla ikinci mevkide giderdik… (Karayollarına gelince) Yol yok, şoseler var, ortalama hız saatte 40 kilometre... Birçok yerde köprü diye yapılmış tahta birtakım şeyler var, şoför iner arabadan evvela o köprünün üzerinde bir sallanır, sıçrar, hani çökecek mi, çökmeyecek mi diye onu muayene eder, sonra araba geçer, biz yaya geçeriz. Genellikle şoseler yine en iyisi, bir de oradan köy yollarına sapılır, onlar toprak yoldur. Çok defa çamura saplanılır, çamurdan araba bir türlü çıkarılamaz. Gittiğimiz yerlerde kalınacak yer yoktu, doğru dürüst lokanta yoktu, hiçbir şey yoktu… Bir kere arabada mutlaka battaniyeler ve tahta bir yemek sandığı olurdu. O geziler çok ilginçtir. Köylere giderdik, evvela çocuklara İstiklal Marşı söyletirdi. Ondan sonra tahtaya birkaç tanesini kaldırır, yazı yazdırırdı. Bir türkü söyletirdi ardından. Çok yoksul bir köy okulu düşünün. Yoksul çocuklar. Birçoğunun ayağı çıplaktı. Köylerde yamasız elbisesi olan insan yoktur, hepsi yamalıdır. Ayağında nalın olan çocuk, bayağı bir iyi durumda olan çocuk sayılırdı. Sıtma ve frengi korkunç derecede yaygındı. Bu koşullarda sınıfa gelmiş çocuklar... Sınıf soğuk, çünkü yakacak yoktur. O pencereler böyle buğuludur. O buğulu pencerelerden içeriye bakan köylü yüzleri görünür. Merak ederler, ‘Acaba içeride neler oluyor?’ diye. Belki kendi klasik öğrenimime, orta öğrenimime karşı gelen tepkimde, bunları yaşamış
olmanın da rolü vardı."
"Annem-babam, ikisi de Rumeli kökenli. Baba tarafı Kırım’dan Dobruca’ya göç etmişler. Eski Türklerden bir hanımla evlenmiş dedem. Annemin kökeni de Rumelili, fakat Güney Yugoslavya, Kosova Bölgesi’nden geliyorlar. Babası subay. Dolayısıyla, ben Ankara’da doğmuş olduğum halde hiçbir zaman Ankaralı saymamışımdır kendimi, daha çok hep Rumelili saymışımdır. Çünkü gerçek Ankaralı, Rumeli’den gelmiş olan insanlardan farklıdır. Çok daha sakin, ılımlı, çekingen, donuk denebilecek kadar rahat tiplerdir. Halbuki Rumeli’den gelenler ki, benim annem, babam da öyleydi, çok daha hareketli, enerjik, neşeli ama aynı zamanda kolayca kızabilen, fakat kızgınlığı çok çabuk geçen insanlardır. Aslında Cumhuriyet dönemi Ankara’sının rengini, havasını verenlerin birçoğu Rumeli kökenlidir."
"Bağdaki işlere yardım etmek için Balım Köyü’nden eşeğiyle gelen Abdullah isminde bir köylü vardı. Bir gün, Ulus Meydanı’ndan eşeğiyle geçerken polis çevirmiş, ‘Manzarayı bozuyorsun, eşekle geçme buradan’ demiş. ‘Yol vergisi verirken manzarayı bozmuyorduk da, şimdi mi bozuyoruz’ demiş o da cevap olarak. O olaydan sonra ikide bir de eşeğe, ‘Recep, Recep’ diye sesleniyordu. ‘Recep nereden çıktı’ dedik, ‘niye eşeğin adı şimdi Recep oldu?’ Eşeğin adını o kızgınlıkla Recep koymuş. Recep Peker, genel sekreterdi, iktidarda bulunan Halk Partisi’nin genel sekreteriydi…"
Proje kapsamında,
Antakya, Mersin, Çanakkale, Edirne’den köylü, çiftçi, ev kadını, girişimci gibi farklı gruplardan 70 yaş üstü kişilerle görüşmek istiyoruz…
Bu kentlerin belediyeleri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri…Projeye katkılarınızı bekliyoruz…
Ceren Lordoğlu (clordoglu@tarihvakfi.org.tr),
Tûbâ Çameli (tcameli@tarihvakfi.org.tr)
Filiz Öğretmen (fogretmen@tarihvakfi.org.tr)
temasa geçmeniz yeterli.
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
www.tarihvakfi.org.tr
GELECEK HAFTA: ENGİN TONGUÇ
Hekim oluyor... Dil Tarih baskını, Türkiye Gençler Derneği yılları...