19.06.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:
MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Nazlı, Down sendromlu. Bal rengi saçları, okyanus mavisi gözleri var. Babasıyla davul çalmaya, salsa yapmaya bayılıyor. Mim Kemal Öke, Nazlı nasıl mutlu olacaksa öyle yaşıyor. Siyaset biliminde hızla ilerlemek, 35’inde profesörlük, Birleşmiş Milletler’in bile kesmediği bir meslek hırsı... Hepsi uçup gitmiş. Onun mesleği babalık artık. Ve bu meslekte iyi olmak için canla başla çalışıyor.
Nazlı’yla perküsyon dersleri alıyor, postlar giyip Afrika dansı yapıyor, evde avaz avaz şarkı söylüyor... Haftada iki gün de İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde ders veriyor.
Bu aşamaya kolay gelmemiş. Eşine, “Çocuğunu şuradan alır mısın?” diyen bir baba olarak çıkmış yola... Babalar Günü’nde “adım adım baba olmayı hak eden” Mim Kemal Öke’nin hikayesi...
* Nazlı’nın doğduğu günle başlayalım mı?
Benim hayalimde sarışın, mavi gözlü bir kız hep vardı. İkinci bir çocuk olmasını ben istemiştim. Ona dair özel hayallerim vardı. Düşünün ki ABD’ye gitmek istiyorsunuz, Miami’de müthiş bir eğlence yapacaksanız. Fakat yanlış uçağa biniyorsunuz ve size Hollanda çıkıyor. Hollanda da çok güzel ama ilk başta değerlendiremiyorsunuz.
* Kızınızın Down sendromlu olduğunu nasıl öğrendiniz?
Doktor doğumdan çıktı ve “Öyle bir çocuğunuz oldu ki...” diye başlayıp vurabileceği en büyük Muhammed Ali yumruğunu vurdu. Down sendromlu diyor, bilmiyorum. Mongloid, onu da bilmiyorum. “Zihinsel bağlamda geri olacak, size bağlı yaşayacak” dedi. O andan tek hatırladığım, oğlumun doktorun üzerine saldırdığı. Hastaneyi sessizce terk etmişim.
* Nereye gittiniz?
Akşama doğru bir arkadaşım beni Nişantaşı köşelerinde berduş gibi elimde bir şişe viskiyle bulmuş. Beni eve getirdi, kendimi toparlamaya çalıştım. O anda aklınızdan alternatif senaryolar geçmeye başlıyor. Bu çocuk doğdu, tamam ama bunu bir yere bırakabiliriz. Devletin müesseseleri vardır, onu hayatımızdan dışlayabiliriz. Ondan sonraki merhale şu... Kafanıza bir iblis işledi ya... Doktor bana “O kadar üzülmeyin. Nasıl olsa erken doğdu, yaşamaz. Eve gittiğiniz vakit camı açarsanız hallolur” demişti. Bu ümide de bel bağladım.
“Eşimin görmesini engelledim”
* Eşinizle konuşuyor muydunuz bu arada?
Hayır, eşim bilmiyordu ki Nazlı’nın Down sendromlu doğduğunu. Hemşirelere “Asla anneye göstermeyin” dedim. Çünkü biliyorum ki baba olunuyor ama anne doğuluyor. Çocuğu eline aldığı anda sahiplenecek, benim bütün planlarım heba olacak. Bakın ne kadar gaddar bir baba. Nereden nereye geliyorsun.
* Annesi çocuğu görmek istemiyor mu, ısrar etmiyor mu?
Yaygara koparıyordu. Allem edip kallem edip görüyor ve ilk sözü “A ne güzel bir çocuğum varmış” oluyor. Nazlı’yı eve getirdiğimizde eşim dedi ki, “Şimdi misafirler gelir, ben gideyim alışveriş yapayım”. Hiç unutmuyorum, lapa lapa kar yağıyor. Gittim Nazlı’nın yanına. Bir ona bakıyorum bir pencereye... İçimden bir iblis “Aç o pencereyi, kim bilecek” diyor.
* Ve...
Aşağı yukarı bir saat kendimle boğuştum, yapamadım. Ben yobaz değilim ama cuma namazlarına da giderdim. Eşim “Sen git bir cuma namazı kıl” dedi. Dedim ki “Dargınız, isyanlardayım, gidip ibadet mi edeceğim?” Ayağımı sürüye sürüye camiye gittim. Halüsinasyon mu dersiniz, hayal hali mi dersiniz... Bir anda karşımda başka bir evren...
* Nasıl bir evren bu?
Muazzam karanlık. Haykırışlar, imdat sesleri. Karşıya geçmek istiyorum ama karşıya keskin bir kılıcın üstünde geçmek mecburiyetindeyim. Bir baktım bir kız çocuğu... Nazlı. “Tut elimi baba, ben geçireceğim seni buradan” dedi. Elimi uzattım, çekerken “Allah” sözüyle fırlamışım yerimden. Koşa koşa eve gittim. Fırladım, Nazlı’yı yatağından çıkardım, göğsüme bastırdım. “Kızım beni affet” dedim. İlk kucağıma alışımdı. “Bugünden sonra hiçbir zaman ayrılmayacağız” diye yemin ettim.
“Bu kutlanacak bir şey midir?”
* Yakın çevreniz nasıl davrandı Nazlı’nın doğumundan sonra?
Şaşkınlık yaşadılar. Bu çocuğa altın alıp getirilir mi mesela? Kutlanacak bir şey midir? Tebrik etsek mi? Çok yakın arkadaşım Cem Boyner açık yüreklilikle sordu telefonda: “Kemalciğim afedersin, ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ne yapılır sen bana söyle”. Dedim ki “Benim çocuğum olması önemli, Down sendromlu olması ikinci gelir” dedim. Hemen geldi sonra. Hiçbir şekilde gizlemedik durumumuzu.
* Nazlı için sizden sonrasını planladınız mı?
Benim içimde bir his var. Nazlı’yla beraber geldik, beraber gideceğiz. Ama intihar filan diye düşünmeyin. O kadar iç içe geçtik ki... Bir rüyayla başladı, öbür rüyayla bitireyim. Altı ay kadar önce. Ölmüşüm, araftayım. Bana diyorlar ki “Cennete gidiyorsun, al sana bir mönü, içinden seç”. “Hiçbirini istemiyorum” diyorum, “Sadece Nazlı’yı istiyorum. “Peki” diyorlar, “Arızalarından arınmış mı istiyorsun, bugünkü haliyle mi?” Son 20 yılımı Nazlı’nın arızasını tamir etmekle geçirdim. Verdiğim cevap “Bugünkü haliyle” oldu. Çünkü öyle sevdim onu.
“Nazlı Down’lu çocuklarla karşılaşmak istemiyor”
* Nazlı nasıl bir çocukluk geçirdi?
Biz Nazlı’yı kaynaştırma sürecine soktuk ve onu hep sıradan çocukların arasına kattık. Normal bir okula gitti, hatta Down sendromundan doğan sıkıntıları yendi. Onun getirdiği engelleri aştı, gayet sorunsuz bir çocukluk geçirdi. Okulda da iyiydi. Fakat ergenlik çağına geldi ve pek çok Down sendromlu çocukta olmayan bir şey oldu. Kendinin farkına vardı. “Niye böyleyim?” diye sormaya başladı. Onu normal bir çocuk olarak yetiştirmemizin sonucunda Nazlı kendinin bilincine vardı. Başarımız, yıkımımızı getirdi.
* Neler yaşadınız bu dönemde?
Toplumun dışlamasıyla karşılaştı. Sokakta gidiyorsunuz, biri aval aval bakıyor kızınıza. Nazlı çok öfkeleniyordu. Sonra hiç aldırmamaya başladı. En kötüsü de buydu. Odasına kapandı, yataktan dışarı çıkmadı. Ben elbiselerimi parçalıyordum. Down sendromlu çocukların yanına götürdüğümüzde Nazlı dehşetli bir şekilde rahatsız oluyor. “Onlarla arkadaş ol” dediğimizde hakarete uğramış gibi hissediyor.
“Beraber ders aldık, şimdiki idealim iyi bir davulcu olmak”
* O depresyondan nasıl çıktı Nazlı?
Down sendromlularla ilgili bir dernekte ritim terapisi olduğunu öğrendik. Düzenleyen işadamı Yaşar Morpınar. Haftada bir gün bu çocuklara ritim dersi veriyor. Bir gün bir Afrika parçası çalıyordu hoca. Ben de yanına gittim, “Çok güzel bir parça, bunu bir görselleştirsek? Bir hayvan varmış gibi yapsak?” “Kim yapacak?” “Ben yaparım”. Gittim hemen kendime kostümler buldum, Amazon’dan kendime DVD’ler ısmarladım. Sonunda Nazlı da hoşlandı bu işlerden.
* Onu depresyondan çıkaran ritim ve dans mı oldu?
Yavaş yavaş. Sonra ders de aldık birlikte, hâlâ da alıyoruz. Hocamız Alper Tema. Muzaffer Tema’nın oğlu, Erkin Koray’ın da davulcusu. Biz bir başladık, 50 yaşımdan sonra beni bir sardı. Şimdi hayattaki ideallerimden biri çok iyi davulcu olmak.
“Hem viski içtim hem Kuran okudum”
* Siz ekranlardayken açık söyleyeyim verdiğiniz izlenim şuydu: Burnundan kıl aldırmayan, ukala, nobran hatta hoyrat bir adam...
Tabii, aynen öyle. Alihan daha küçüktü. Çalışırken yanıma gelirdi, kitaplarla oynamak isterdi. Eşime “Lütfen çocuğunu alır mısın?” derdim. Bir gün nasıl olmuşsa Alihan’la alt alta üst üste oynuyordum. Birden kıpkırmızı kesildi, nefesi daraldı. Annesi koştu, beni bir kenara itti, “Yeter benim hasta çocuğumun üstüne vardığın” dedi. Şok geçirdim.
* Çocuğunuzun hasta olduğunu bilmiyor muydunuz?
Hayır. İşlerim etkilenir diye söylememişler bana. Aslında babalık öyküm böyle başlıyor. Alper Görmüş benim için “Babalık mesleğinin profesörü” diye yazdı. Bu benim taşıyabileceğim en büyük unvan. Alihan’ın hastalığını öğrenince “Bir dakika” dedim, kitapları kapattım. Babalığa girişin birinci evresi buydu.
“Bir yandan MGK çağırıyor, bir yandan ASALA tehdit ediyor”
* Neymiş Alihan’ın hastalığı?
Aort damarı kapalıydı. Tedavi için İngiltere’ye gitmeye karar verdik. Masrafı 1987’nin parasıyla 12 milyon TL’ydi. Nasıl bulacağız parayı? Eşim Neval biriktirdiklerinden 6 milyon çıkardı. Ben ilkokuldan beri topladığım kütüphanemi sattım, sahaf ağlaya ağlaya 2 milyon TL verdi. Bu esnada da ben TRT’de yayınlanan “Duvardaki Kan” dizisini yazıyorum. Ermeni meselesinde vatanı kurtarıyorum. Bir yandan da ASALA’dan tehditler alıyorum, bunu kimse bilmez. Dizinin başlarında Ermeni iddialarına yer veriyoruz. Bunun üzerine Milli Güvenlik Kurulu beni çağırdı.
* Neden?
Vatan hainliğiyle suçladılar. Allah’tan yanımda dizinin devamının kayıtları vardı. Seyrettiler, “Afedersin” dediler. Düşünün, bir yandan devlet beni Ermenici olmakla suçluyor, bir yandan ASALA kapıma kadar geliyor. Çocuk hasta, ameliyat için para arıyorum. MGK’da Saffet Arıkan Bedük vardı, “Sana haksızlık ettik, çocuğun için sana örtülü ödenekten para verelim” dedi. Kenan Evren “Derhal” dedi. Tam kapıdan çıkıyordum. Döndüm, “Asla kabul etmiyorum” dedim, kapıyı vurdum çıktım.
“Sıkıntınız var, 24 milyonluk çekinizi buyrun’ dediler”
* Parayı nasıl buldunuz?
Aynı hafta İstanbul’a döndüm, üniversitedeki odama bir adam geldi. “Sizin bir sıkıntınız olduğunu biliyoruz. Alın size 24 milyonluk çek. Kalanıyla da gezip eğlenirsiniz. Yeter ki Ermeni meselesinde şu ana kadar söylediklerinizi inkar edin. ‘Haksızdım, yanıldım’ deyin”.
* Kimdi bu adam?
Yurtdışındaki Ermeni örgütlerinden birinin temsilcisi. Çek önümde. Evladım hasta. Yalnız olduğumu da biliyorum. Ama “Alın o çeki, cebinize koyun” dedim. “Pişman olmazsınız inşallah” dedi.
* Sonra nasıl denkleştirebildiniz o 12 milyonu?
Tanrı yardım etti, bir yerlerden borç aldım. Ameliyata Alihan’ı hazırladık, Neval’e “Sen şöyle bir geri çekil” dedim. Bir bardak viski koydum, “Bu benim için” dedim. Bir de Kuran-ı Kerim açtım, “Bu da Alihan için”. Hep içiyorum, hem okuyorum, hem ağlıyorum. Başarılı bir ameliyat geçirdi Alihan.
* “Alihan’ın aort damarı kapalıydı ama bana söylememişlerdi. Yerde oynarken, boğuşurken tıkandı”
* “Ameliyat için 12 milyon lira gerekiyordu. Kütüphanemi sattım, birikimimizi kullandık, borç aldık”
* “Alper Görmüş benim için ‘Babalık mesleğinin profesörü’ diye yazdı”