08.06.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:
FİLİZ AYGÜNDÜZ
Yeni kitabı “Hayat Gerçeğe Perde”de, kilitli tuttuğunuz, mümkün mertebe girmek istemediğiniz bir odaya sokuyor sizi Cem Mumcu. Bunu yapmakla yetinmiyor, sımsıkı kapalı perdelerini de açıyor odanın. Bir bakıyorsunuz hepsi orada; ölümlülüğünüz, endişeleriniz, korkularınız, tabiri zor rüyalarınız, defolarınız, yanınızdaki boşlukları merak eden eski sevgilileriniz, babasızlıklarınız... Açtığı perdeden içeri sızan ışık, onları görünür kılıp canınızı yakıyor yakmasına; ama Mumcu, kalemiyle mucizeler yaratabilen bir doktorun şefkatli elini de esirgemiyor. Bir kitap bu kadar mı çok ağlatır ve bir kitap bu kadar mı ferahlatır insanı?
“Binbir İnsan Masalları”nın asıl derdi nedir?
Hayat, ölüm, insan, aşk... Ama her kitabın genel bir teması oluşuyor. O dönemimde kavradığım, çözdüğüm, dile getirebildiğim o temaya ait masallar birikip kitabı oluşturuyor. O dönem, neyse meselem, derdim göğsümden çıkıp kağıda dökülüyor.
Masalların beşinci cildi “Hayat Gerçeğe Perde” nasıl bir dönemin sonunda ortaya çıktı?
Yaşamsal anlamda şunlar şunlar oldu diyemem. Ama kafamın içinde dönenen açılımlar oldu... Bunları sarih bir şekilde dillendiremem; karşılıkları kitabın içinde var zaten.
Sizi hiç duymamış biri ya da sadık bir okurunuz yeni kitabı okuduğunda, arkasından ne söylesin istersiniz?
İyi geldi demesini isterim; algım açıldı, biraz daha fazlasını gördüm... Hayatı, aşkı, ölümü düşündüm, düşünmek zorunda kaldım; biraz canım yandı ama sonra da çok iyi geldi.
“Kaybetme korkusu, ölümün tacı”
Bu kitabı “ben olma lekesini silenlere” ithaf etmişsiniz. Nasıl bir lekedir bu?
Bir hekim hastasına bakarken daha çok para kazanayım, ünlü olayım, bu vakadan bir bilimsel çalışma çıkarayım, bana bir daha gelsin dedikçe “hastasının iyileşmesine vesile olmak”tan kırpar. Bir yazar daha çok satayım, beni daha çok görsünler, beğensinler demeye başladığında “yazısından” kırpar. Bir futbolcu da sadece seyirciyle meşgul olduğunda, bu golü ben atmalıyım, arkadaşım atarsa gol kralı o olacak hesapları yaptığında yani süreçten koptuğunda başlar sorunlar. Halbuki, böyle şeylerle ilgilenmese o golü de atar, attırır, gol kralı da olur... Süreçle, o anla meşgul olmak yerine bunların hepsinin önüne kendimizi koyuyoruz her defasında. Ben olma lekeleri bunlar...
Bu lekeler nasıl çıkar? Birilerinin başkalarının ayaklarını kaydırmaya çalıştığı bir çağda...
Ölümle çıkar bu lekeler... Ama burada kastım, kişinin bizatihi ölmesi değil. İnsanın ölümlü olduğunu kabul etmesinden söz ediyorum. Bu röportajı okuyanlar, “Bu adam ne diyor kardeşim, biz zaten öleceğimizi biliyoruz” diyecektir. Ama insanların çok çok önemli bir kısmı bilinçdışında “ölümsüzlüğe” inanır.
Ölümsüzlük derken, bir kitapla filan ölümsüzleşmek mi yoksa cidden “Ben ölmeyeceğim” diye mi düşünüyoruz?
Düşünce değil bu. Bilinçdışında öleceğine inanmaz insan. Ben ölmeyeceğim diye bilir içerisi. Bir nihai kurtarıcıya inanır. Çünkü ölümlü olduğuna inanırsa bunun kendisini mutsuz edeceğini düşünür. Oysa ölümlülük bir yanıyla çok güzel. Sevgilinize bakın diyorum insanlara, onları çok sevdiğiniz, tutkuyla bağlandığınız dönemler aslında onlara tam sahip olmadığınız dönemler. Kaybetme korkusu var ya, ölümün tacı o. O olduğunda libido harekete geçiyor, karşısındakini sevmeye, onun için bir şeyler yapmaya başlıyor.
Meslek hayatınız için de böyle. Diyelim ki dünyanın bütün gazeteleri kapanmış ve bir tek Milliyet gazetesi kalmış. O kadar çok satıyor, o kadar çok satıyor ki artık artırılacak bir tiraj kalmamış... Dahası yok. O durumda, o binanın içindeki ağırlığı, mutsuzluğu, keyifsizliği, coşkusuzluğu düşünebiliyor musun? Herkes yeni iş arar.
Gazete o kadar iyiyken niye yeni iş arasın insanlar?
Şöyle birhaber yapayım daha iyi olsun yok, daha güzel fotoğraf çeksem daha güzel olacak yok. Yok. Yok. Hiçbiriniz hiçbir şey yapmazsınız. Hep bir olmamaklar, olmasını istemekler, kayıp duyguları... Bunlar hayatın tatlılıkları... Her gün manolya açan bir ağacın var ve hiç solmuyor...
Solmasın, ne var?
İşte o zaman başka manolyalar aramaya başlarsın. Solan manolya ararsın. Çünkü hayatla ölümün kuyruğu o kadar birbirine bağlı ki. Ben ölümden bahsediyor gibi görünüyorum ama aslında insanlara hayatı anlatmaya çalışıyorum.
Neden beş kitabın da kapağında kadın resimleri var?
Kadın olmalarının özel bir nedeni yok. Bir başka kitapta erkek yüzü de olabilir. Seçtiğim yüzler, “Onun yüzü bu kitabı anlatır” dediğim kişilere ait.
“O da Nehir, ne yapacağız şimdi”
Yeni kitabın kapağında Nehir Erdoğan var. Çünkü?
Nehir Erdoğan olduğu için değil, Nehir olduğu için var...
Nehir kim? Bizim gördüğümüz Nehir Erdoğan’dan daha mı farklı?
Kitabın adında dediğim gibi “Hayat Gerçeğe Perde” ya, Nehir’in Nehir Erdoğanlığı da bir perde. Benim psikiyatr Cem Mumculuğum da öyle. Aslında bunların her biri bizi perdeliyor, azaltıyor. Biri diyor ki a şu psikiyatr adam, biri diyor ki sakallı, biri diyor ki erkek, gözlüklü... Bunların hepsi bizi örtüyor, birbirimize dokunmamızı azaltıyor; çünkü üstümüzde algı oluşturuyor. Kitabın kapağındaki fotoğrafta görünenin, oluşturulmuş algıların arkasındaki Nehir var.
Aslında hiç Nehir Erdoğan’a benzemiyor fotoğraf...
Buyrun, o da Nehir; ne yapacağız şimdi? İşte o yüzden kitabın kapağı, kitabın anlatmak istediği şeyi bir kere daha anlatmış oluyor. Herkes Nehir Erdoğan’ı algı dünyası üzerinden biliyor, oyuncu olarak biliyor, özel hayatındaki görünen, doğru sanılan birtakım şeyler üzerinden biliyor. Oysa kimse kimsenin acısını, hüzünlerini bilmiyor. Çünkü hayat gerçeğe perde!
Kitaptaki masallarda çok fazla “rüya” teması var. Biz, günlük hayatın içinde gece gördüğümüz rüyaları yorumlamaya çalışırken, siz kitapta “Hayatın kendisi bir rüya” diyorsunuz. Doktor oyun mu bozuyor?
Elimden geldikçe bunu yapmaya çalışıyorum. “Matrix” filminin ilki de bunu anlatır: İnsanlar uykudadır! Bu gördüğümüz görüntüler, suretler birbirimize dokunmamızı engelliyor. Hayat gerçeğe perde derken söz ettiğim “hayat” dışında bir de aslında tam da gerçek olan, gerçeği açan bir “hayat” daha var. Onu ellemek, ona dokunmak için uyanmak gerekiyor. Hayat gibi görünenden, hayat olana uyanmak... Suretlerin aslında bir düş olduğunu fark etmek...
“Eksilmeyelim, hep yükselelim istiyoruz!”
İnsanlara duyduğumuz öfke ve şiddet duygularında, bize tuttukları aynadaki görüntümüz önemli mi gerçekten? “Saklı” öykünüzdeki gibi...
Çok hem de... Bizim en çok korktuğumuz şey, eksiğimizi görmemek ya... Noksanlığımızla yüzleşip, onla hemhal olup tatlı tatlı onun üzerinde yürüyemediğimiz için, birisi bizi onunla karşılaştırdığında müthiş bir öfke yaşıyoruz.
Nedir bunun çözümü?
Aynayı karşındakinden önce, sen kendine tutup yüzleşeceksin.
“Yastık”ta da adam defolu yastığından bir türlü vazgeçmiyor. Niye vazgeçmek, düzeltmek istemeyiz defolu yanlarımızı?
Kabul etmiyoruz öncelikle. Çok korkuyoruz. Eksilmeyelim, hep yükselelim istiyoruz. Bu nerden çıktı? Güneş hep doğuyor ve batmıyor mu? Evet. Çiçekler hep ve sürekli büyüyor mu? Hayır. Ama Batı’nın bize dayattığı öğrettiği bir şey var, böyle olmamız lazım.
Hep yükselmemiz lazım.
“En-el Hakk” öğretisine de yer veriyorsunuz, öykülerinizde. Hallac-ı Mansur’u “ölüme götüren” bu söz, 21’inci yüzyıl insanını nasıl kurtarır?
Aslında bizden beklenen, inandığınız her neyse, buna ister doğa de, ister Allah, inancınızın ne olduğu önemli değil; ondaki özellikleri kendimizde çıkarabilmek. Onun kadar şefkatli olabilmek, onun kadar affedici olabilmek, onun kadar gazap sahibi olmak, onun kadar beklemeyi bilmek... Ondaki değerleri kendi içimizden çıkardıkça, kendi Allah’ımız olabiliyoruz ama Allah biz olmuyoruz! Bu da insana, içindeki güçleri fark ettirir; onu kurtarır.
“Neden korkacağum, öleceğuk elbet!”
Etrafa bakındığımızda herkes bir şeylerden şikayetçi, huzursuz, keyifsiz. İnsanlar neden bu kadar çok mutsuz?
Geçen yıl Nemrut Dağı’na çıkarken, yaşlı bir adamla tanıştım. Dağın eteğinden biraz daha yukarıda yapayalnız bir evde yaşamış bütün hayatını. Cigarasını yaktı. “Allah herkese benimki kadar güzel bir hayat nasip etsin. Çok güzel geçti!” dedi. Bunu o kadar güzel söylüyordu ki...
Trabzon Hıdırnebi Yaylası’nın tepesinde bir Ayşe Teyze var. Alt bedeni ile üst bedeni arasındaki 90 derecelik bir açıyla yaşıyor. İnekleri var. Onlara otlar topluyor. “Korkmuyor musun burada? Hastalanırsan bir şey olursa...” diye sordu yanımdaki. “Neden korkacağum?” dedi Ayşe Teyze: “E öleceğuk elbet”... Onların bu sözleri insanların neden bu kadar mutsuz olduğunu anlatıyor işte. Ölümlülük bilgisi!