Pazar“Amerika’da kalıp fırça satsaydım da belki yine bir şey olurdum”

“Amerika’da kalıp fırça satsaydım da belki yine bir şey olurdum”

29.06.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Tam 50 yıldır iş hayatında olan Rahmi Koç: “Amerika’da mektepteyken kapı kapı dolaşıp diş fırçası satardım. Muvaffak oluyordum. Kal dediler, kalmadım. Belki kalsaydım orada bir şey olurdum ama Amerika’da kim kimi takar... Halbuki burada bir şahsiyetsiniz. Memlekette olup da birisi olmak çok büyük bir hadise...”

“Amerika’da kalıp fırça satsaydım da belki yine bir şey olurdum”

Büyük Türkiye resminin altındaki paraflardan birinde şu üç harf yazar: “RMK”... Rahmi Mustafa Koç... 2008 ise o parafın ilk kez Ankara-Otokoç’ta atılışının 50’nci yılı. Rahmi Koç tam 50 yıldır iş hayatında. Bunu da geçtiğimiz hafta verdiği davetle kutladı.
Şimdi bizim bu sayfada yapmaya çalıştığımız ise 50 yılı 50 dakikada konuşmak, anmak, özetlemek... Mümkün mü? Elbette değil. 1958’de yılda 50 otomobil sattığı zaman övünen Rahmi Koç’tan şimdi yılda 700 binin üzerine çıkmayı hedefleyen Rahmi Koç’a nasıl gelindiğini konuşmak için 50 gün bile yetmez. O yüzden de diyoruz ki, “İşte Rahmi Koç’un 50 yılından serpintiler...”

Size gelmeden önce Milliyet’in ekonomi yazarlarına sorduk; “İş hayatında 50’nci yıl esprisini de dikkate alırsanız, Rahmi Koç’a neyi sormak isterdiniz?” diye... Hem yazarlarımızın akıllarına o anda gelen ilk Rahmi Koç sorusunu hem de sizin o sorulara ne yanıt vereceğinizi merak ettik.
Buyurun, sorun bakalım.

Peki, Metin Münir’in sorusu özetle şöyle: “Gençliğinizde iş hayatına girmeyi çok da istemediğinizi, bunun babanızın yönlendirmesiyle olduğunu biliyoruz. Acaba zorla işadamı olmasaydınız ne olurdunuz?”
(Gülüyor) Bu suale çok muhatap oldum. Herhalde ressam messam olurdum. Öyle rahat bir hayat yaşayan, plajda dolaşan, hiç plansız programsız... Özgür ruh... Böyle bir “Oh” demek falan... Bazen bu tip kişileri görüyorum çok imreniyorum.

Aslında Meral Tamer’in de ilk sorusu buydu, ancak Metin bey sordu deyince ikinci suali şu oldu: “50 yıllık iş hayatınızda Garanti Bankası meselesinin yeri nedir?”
O mesele şöyle oldu: Garanti Bankası’nı kuran dört-beş büyüğümüz bir gün Vehbi beye geliyor, “Biz bankayı daha da büyütmek, biraz sermaye katmak istiyoruz, ortak olur musunuz?” diyor. Biz Garanti Bankası’na yüzde 35 ortak olduğumuz zaman Sabancı’nın orada yüzde 20 falan hissesi zaten vardı. Ama Sabancılar sonra hisselerini artırıp yüzde 33’e falan çıktılar ve bankanın büyümesini bloke ettiler. Çünkü o zamanlar yüzde 66’dan aşağıya oyunuz olursa tenzili sermaye yapamıyordunuz. Onlar bunu yaptırmadılar. Sonra hükümet bunu anladı ve bir kanun çıkardı, yüzde 51’le bankalarda tenzili sermaye yapılıyor duruma gelindi. Ama biz hiçbir zaman 51’i bankada bulamamıştık. 

Haberin Devamı
“Amerika’da kalıp fırça satsaydım da belki yine bir şey olurdum”


“Politikacı ahbaplarımız vardır ama siyasi partilerle içli dışlı olmayız”

Bu mesele canınızı çok sıkmış mıydı?
Canımızı şu şekilde sıktı; aramızdaki anlaşmazlıklar bankanın gelişmesine mani oldu ve nihayet biz bankadan hissemizi sattık, çıktık. Ayhan Şahenk bey aldı bankayı o zaman... Hatta vadeli aldı...

Serpil Yılmaz’ın sorusu da şöyle: “Türkiye’de 50 yıl, ödül mü, ceza mı? Bu hayatı bir Ford ya da Agnelli değil de, Koç olarak yaşamaktan memnun musunuz?”
Amerika’da üçüncü jenerasyona geçen firma yüzde 18’dir. Avrupa’da bu yüzde 25’tir. Biz neredeyse dördüncü jenerasyona geçiyoruz. Dolayısıyla dört jenerasyonluk bir devrede
50 sene çalışmak fena değil. 

Peki bu 50 yılı Türkiye’de değil de mesela Amerika’da geçirmek nasıl olurdu?
Bir defa burası memleketimiz. Ben buradan başka bir yerde mecbur kalmazsam çalışabileceğimi ya da oturabileceğimi zannetmiyorum. İkincisi, ben Amerika’da mektepteyken diş fırçası satardım, köpek fırçası, el-ayak tırnak fırçası, her türlü fırçayı satardım. Dediler, burada kal, bunu satmaya devam et diye. Çünkü muvaffak oluyordum kapı kapı dolaşırken... 

Siz mi dolaşıyordunuz kapı kapı?
Ben dolaşıp satış yapıyorum, biri teslimatı yapıyor, biri katalog dağıtıyor, biri de arabayı kullanıyordu. 

Kaç yaşındasınız?
O zaman 20 falandık. Onlar “Kal” dediler Amerika’da ama bizim işimiz olduğu için kalmadım. Belki kalsaydım orada bir şey olurdum ama Amerika’da kim kimi takar... Halbuki burada bir şahsiyetsiniz, siz geliyorsunuz söyleşi yapıyorsunuz, oradan “Merhaba” diyorlar, telefon ediyorlar, bilmem ne diyorlar... Yani memlekette olup da birisi olmak çok büyük bir hadise... 

Hurşit Güneş’in sorusuna geçelim: “Babanızın CHP’li olduğu bilinmesine rağmen siyasetçilerle hep belirli bir mesafeyi korudunuz. Çok kriz dönemleri dışında gerçek anlamda tarafsız kalmayı tercih ettiniz. Bu size fayda sağladı mı, yoksa zararı oldu mu?”
Bence bize büyük fayda sağladı. Çünkü geçmişte gördük; partilere dayalı olarak iş yapmaya çalışan bazı işadamları muayyen müddet muvaffak oluyor ama ondan sonra baş aşağı
gidiyor. Dolayısıyla bizim baba nasihatidir. Babamızın Demokrat Parti’de, daha önce çektiklerini bildiğimiz için, ben çok yakından bilirim, partilerle böyle çok içli dışlı olmayız. Politikacılardan çok ahbaplarımız var, her partiden sevdiğimiz, saydığımız, görüştüğümüz isimler var ama partilere kurumsal olarak iş yapmayı fevkalade tehlikeli ve kısa vadeli bir solüsyon görürüm.

“Yüzde 70’inin sahibiyseniz işi kolay kolay profesyonellere bırakamazsınız”

Şimdi Osman Ulagay’ın sorusu: “50 yıl öncesine göre rekabetin büyük ölçüde arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu sizi rahatsız ediyor mu? Koç Grubu’nun geleceği açısından bunu bir tehdit olarak görüyor musunuz?”
Çok güzel bir soru ama hayır. Biz Tansu Çiller Gümrük Birliği’ne apar topar girmeye çalıştığı zaman ona mektup yazdık. Dedik ki, “Hata yapıyorsunuz, bunlardan karşılığında bir şey almadan imza atmayın”. Ama o zaman seçim dönemiydi. O da seçimden evvel Gümrük Birliği’ne girmiş olmayı arzu ediyordu ki seçimde bir propaganda unsuru olsun diye... İşte o zamanlar “Koç rekabetten korkuyor” dediler... Oysa Gümrük Birliği’ne girdikten sonra en iyi istifade eden biz olduk. Daha büyüdük, daha kuvvetlendik, daha iyi rekabet eder hale geldik ve kendimizden daha emin olduk. Dolayısıyla rekabet insanı disipline ediyor, insanı daha bileyliyor, daha uyanık, daha aktif ve daha güncel (Cümlenin arasında “Güncel ne güzel kelime” diyor Koç...) olmaya mecbur ediyor. Dolayısıyla ben rekabeti çok sağlıklı görüyorum. 

Son soru Güngör Uras’tan ve sizin çok önem verdiğiniz bir konuyla ilgili. Hatta belki biraz kızabilirsiniz de... (Gülüyor ve “O da aziz dostumdur” diyor.) Diyor ki Uras: “Babanız da siz de Koç topluluğunda kurumsallaşmanın önemini defalarca tekrarlayageldiniz, ancak grupta hâlâ aile yönetimi hakim.”
(Daha cümlemiz bitmeden hemen söze giriyor Rahmi Koç) Güngör Uras beye sevgi ve saygılarımı iletin. Şunu söyleyin ona, yüzde 70 bir işin sahibiyseniz işi kolay kolay profesyonellere bırakamazsınız. Profesyonel çok iyi idare eder; çok da fena idare eder. Fena idare ettiği zaman şapkasını alır gider, yük sizin sırtınızda kalır. Dolayısıyla Avrupa’da adam yüzde 3,5’la idare ediyor, geri kalanı halka açık ya da vakıflarda şurada burada hisse senetleri ama bizde yüzde 70 hâlâ ailede. Ailenin de yalnız kendine karşı değil, bu memlekete karşı da bir sorumluluğu var, çalışanlara karşı, işin iyi gitmesine karşı var, vergi ödeme sorumluluğu, kâr dağıtma sorumluluğu, yeni yatırım yapmak sorumluğu var. 

Yani o iş o kadar kolay değil mi diyorsunuz?..
Değil, öyle ipin ucu kolay kolay bırakılmaz. Siz sevgi ve saygılarımı da kendisine iletin. (Gülüyor) 

“Bülend Ulusu aradığında tepemden sıcak sular dökülmüştü”

50 yıllık iş hayatınızda en kötü gününüz hangisiydi? Lütfen hemen ilk aklınıza geleni söyleyin...
En kötü günüm bir geceydi. Saat yarım. Anadoluhisarı’ndaki evimde Japonları ağırlıyorum. Bir telefon; arayan dönemin Başbakanı Bülend Ulusu. Dedi ki, “Biz hükümet olarak karar verdik, Asil Çelik’i devletleştiriyoruz”. Daha yeni kurmuşuz Asil Çelik’i. O anda bütün sıcak sular tepemden aşağı boşaldı. Telefonda ne diyeceğimi bile şaşırdım. Hiç unutmuyorum, sabaha kadar uyumadım. Yedi sene uğraştığım Asil Çelik’i devletleştirdiler ve de bize beş mi yedi senelik mi devlet kağıdı verdiler. Paramızı da geçtim, yatırdığımız parayı daha doğru dürüst alamadık. 

Galiba hâlâ çok üzülüyorsunuz...
Ona hâlâ üzülürüm ve zaten oradan ayrılırken de kaç işçiyle, kaç ton çelik yaptığımızı deftere yazdırdım ki bizden sonra gelenler, devlet nasıl idare edecek bilelim diye... 

Peki ya en zor karar... 50 yıl boyunca üzerinde defalarca düşünmek zorunda kaldığınız en zor kararınız hangisi oldu?
Otomotiv sanayiinde Ford’la Fiat arasında ne yapacağımızı düşündük. Zor bir karardı ve ikisinde birden devam etmeye karar verdik.

Yıl?
Yıl 1980’ler... En zor kararımız oydu.

50 yıl boyunca en çileden çıktığınız gün? Gerçi kızınca ne yapıyorsunuz bilmiyoruz ama...
Bağırır çağırırız, istim veririz... (Gülüyor) 

İlk aklınıza geleni hangisi?
Geçen sene miydi, tatilden erken mi döndük, bir şey oldu... Burada iş yapacağım, program yapmışım, notlarımı almışım... Bir geldim ki, hiçbir sekreter yok. Birisi Marmaris’te, birisi bilmem nerede... O zaman çok kızmıştım. Burada boşuna bir gün geçirdim. Başkasının sekreterinden rica ettik onunla çalıştık, ama tabii kendi sekreteri gibi olmuyor insanın... Çok kızmıştım o zaman, kan beynime sıçramıştı.

Bir gününüzü boşa geçirmek bu kadar feci bir şey mi?
Ne diyorsun canım, bir saatimi bile boşa geçirmeyi sevmem... Ben buraya gelmişim, hazırlık yapacağım, acele hem İngilizce hem Türkçe yazılar var okunacak, gelen evrak var falan filan, ama sekreterler yok. 

Peki, bir de en büyük başarınızı soralım: Altına imzanızı attığınız en büyük başarınız hangisidir sizce?
Biz hiçbir zaman tek başına bir şey yapmayız, ne yaptıysak grup olarak yaparız. Ama grubun en büyük başarısı ne derseniz, en büyük başarımız bence TÜPRAŞ’ın alınmasıdır; alınmasına karar vermiş olmamızdır diyebilirim.

“Allah’a şükür, Tuzla tersanesinde hiç kaybımız olmadı”

Tuzla’da sizin de tersaneniz var ama galiba hiç ölümlü kaza olmadı?
Allah’a şükür bizde bir şey olmadı. 

Niçin sizde olmuyor?
Biz her şeyde dünya standartlarını tutturmaya çalışıyoruz. Daha kalifiye eleman kullanmaya çalışıyoruz, herkese baret taktırıyoruz, mesela yapılan gemide hiçbir zaman boşluk bıraktırmıyoruz, kimse ambara düşmesin diye oraya hemen parmaklıklar dikiyoruz, ağzı açık deliklerin üstüne bir şey kapatıyoruz, onu da beyaza boyuyoruz ki görünsün diye... İşçilere eğitim veriyoruz, dikkatli yürü, gözünün önüne bak, kaynak yaparken sigara içme, boya yaparken bilmem ne yapma, alev alan şeylere dikkat et. O da yetmiyor başlarına adam dikiyoruz.

Bunların hepsi artı maliyet ve zaman mı istiyor?
Evet ama yapılması lazım. 

“Sakıp bey hem en büyük rakibimdi hem de dostum” 

İlk maaşınızı hatırlıyor musunuz?
Elime hiç maaş geçmedi ki... Hep hesaba geçerdi maaşlar. Sene sonunda da prim alırdık. 

Peki hesabınıza aktarılan o aylık ücret neydi?
Her ay bir şey veriyorlardı ama ne kadar olduğunu hiç hatırlamıyorum.

İş hayatını öğrenmenizde kim daha etkilidir; babanız mı, müdürünüz
ve otomotivdeki ortağınız Bernar Nahum mu?
Babamızla beraber çalışmadık ama Bernar Nahum’la birebir çalıştık. Dolayısıyla iş nasıl idare edilir, insanlar nasıl idare edilir, mal nasıl satılır, nasıl bakılır, yedek parça nasıl ithal edilir, siparişler nasıl verilir, dış temaslar nasıl olur, yabancı sermayenin işbirliği ne şekilde olur, mukaveleleri nasıl bağlanır, bu mukaveleye göre aradaki ilişkiler nasıl idare edilir, bunların hepsini ondan öğrendim.

Size patronun oğlu muamelesi mi yapardı, yoksa bir çalışan gibi mi davranırdı?
Katiyen, o bakımdan çok rijitti. Hiç esnekliği yoktu. Hatta bir gün genç bir çocuk aldım, üçüncü sınıf bir çocuk, dedi ki “Benden habersiz aldın, bunu çıkar”. Bir daha da habersiz kimseyi ne aldım ne sattım. 

Vehbi Koç’tan ilk “aferin”i ne zaman duydunuz?
Vehbi Koç rahmetli babamız, kurucumuz, şeref başkanımız kolay kolay aferin demezdi kimseye ama takdir ettiğini de bir şekilde hissettirirdi. Gözlerle, bakışlarla, yazdığı mektuplarla, hareketiyle... Anlarsınız ki takdir ediliyor yaptığınız şey. 

Kendi kuşağınızdan en büyük rakibiniz kimdi, 50 yıl boyunca en çok kiminle mücadele ettiniz?
Sabancı’yla... 

Sakıp Sabancı?
Evet ama şimdi de rakibimiz Sabancı. Sakıp beyle hem çok iyi dosttuk hem de rakiptik. Jak Kamhi’yle de hem dostuz hem rakibiz. Bir tanesinde otomobil lastiğinde, bankacılıkta, ihracatta vs., öbüründe de beyaz eşyada... Bizim birçok sahamız olduğu için rakibimiz de çoktur. Mesela gıda sahasında Selçuk Yaşar rakibimdi. 

Babanız holdingin yönetimini size bıraktıktan sonra bile biliyoruz ki aslında manen de, fikren de eli hep üzerinizdeydi.
Tabii... 

Acaba babanızın size yaptığını siz de şimdi oğullarınıza yapıyor olabilir misiniz?
Hayır! Şimdi babamla benim farkım şu: Babam işin kurucusu ve işi ortaya getiren, işi evladı gibi seven biri... Biz ise sonradan işe girdik, profesyonel çalışmaya alıştık. O yüzden babamın yaptığı gibi işleri yakından takip etmeyi ben yapmıyorum. Programa uydukları sürece istedikleri gibi hareket ediyorlar. Zaten de işler o kadar büyüdü ki, bir insanın hepsine müdahale etmesi mümkün değil. Babam da bize, “Şöyle şöyle yapalım ama karar sizindir” derdi. Bazen ona uyardık, bazen uymazdık. 

Siz şimdi bunu bile demiyor musunuz oğullarınıza?
Ben sorarlarsa söylüyorum. 

Soruyorlar mı?
Program dışı bir şey yapmamız icap ederse sorarlar, ben de fikrimi söylerim ama karar onlarındır. Çünkü davul onların boynunda, tokmak sizde olmaz. İyisiyle kötüsüyle mesuliyetiyle cezasıyla hepsinin onlarda olması lazım. Biz sadece yol gösterici, fikir verici olabiliriz, ikaz edici olabiliriz ama uzaktan takip etmekte her zaman daha yarar vardır. 

“Amerika’da kalıp fırça satsaydım da belki yine bir şey olurdum”


“Beni tamamen yanlış anlamışlar”

Capital dergisine verdiğiniz söyleşideki “Biz maalesef Kore gibi yapamadık. Kore hükümeti orada diktatörlük olduğu için dedi ki, ‘Samsung sen elektronik yapacaksın, Hyundai araba yapacak, falanca gemi yapacak’. Bizde ise demokrasi var dediler ve her isteyene otomobil üretme izni verdiler. Hiçbirimiz tam olarak yapamadık” sözlerinizi “Diktatörlüğe övgü” olarak yorumlayanlar oldu; ne diyorsunuz?
Oraya kadar götürdüler işi, halbuki bu diktatörlüğe övgü değil, kaynakların daha planlı ve daha teşvikli kullanılmasını istemek... Ama tamamen yanlış anlamışlar beni. Orada söylediğim Kore’nin elde olan mahdut, kısıtlı finansman gücünü dağıtıp da zayıflatmadan muayyen sektörlerde odaklanarak oralarda büyümesidir. Yani “merkezi planlı büyüme”. Bunlar diktatörlükte, komünist ülkelerde, bir de askeri idarelerde oluyor. Bu şekilde dünya boyutlarına geliyorlar ama biz gelemedik.

Biz ne yapmalıydık?
Devlet planlamanın teşvikle yol göstermesi lazımdı. Ama tabii biz o devreyi geçtik artık, bu 30 yıl önce yapılacaktı.

Koç’un pek bilinmeyen işi

Sizin yaşam kalitesine ilişkin bir dükkan merakınız var; şimdi de yatçılık ürünleri satacaksınız galiba?
Evet, Edwarsd’ta nasıl giyinmek gerektiğini öğretmeye çalışıyoruz. Algoritma’da diz, kalça ve omur protezi satıyoruz. Nereden çıktı bu diyeceksiniz değil mi? Bunu pek kimse bilmez. Oradaki maksadımız da şu: Bunlar pahalı nesneler, ucuzlatmaya, herkesin yararlanmasına çalışıyoruz.
5 Temmuz’da da West Marine’i açacağız. Koçtaş’ın yanında... Boşsanız gelin, sabah 11’den akşam 8’e kadar istediğiniz zaman uğrayabilirsiniz, ben orada olacağım.

İki altın öğüt

İyi bir işadamı olmanın olmazsa olmazı nedir? Genç işadamlarına öğüt verecek olsanız, 50 yılın sonundaki ilk iki öğüdünüz ne olurdu?
Bir, başkalarının tecrübesinden istifade edin. İki, işi bilen profesyonellerle çalışın. Ama en zoru da adam idare etmektir. Hele de büyük işlerde...

Onun bir formülü var mı?
Onun hiçbir formülü yok! Adamına göre, sizin şahsiyetine göre devamlı yaklaşım üreteceksiniz. Şöyle adamla bu işe nasıl yaklaşılır, başka bir adamla başka bir işe nasıl yaklaşılır; bunun tek bir reçetesi yok.

KEŞFETYENİ
Garsonluktan Megastar’lığa: Onları böyle hayal etmediniz!
Garsonluktan Megastar’lığa: Onları böyle hayal etmediniz!

Cadde | 25.04.2025 - 07:55

Onlar Türkiye'nin en çok bilinen isimleri. Şimdi ışıl ışıl yaşayan ünlülerin hayat yolculukları hep böyle başlamadı. Kimi kaset satarken söylediği şarkılarla keşfedildi, kimi inşaatlarda çalıştı. İşte ünlülerin ilk işleri...

Yazarlar