Sabır, sır, sahicilik...
Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” cümlesini ne zaman duysam birçoğumuz gibi hayatın merhaleleri gelir aklıma. Hamlığın toy zamanımıza, pişmenin, sorumluluklarımızı fark edişimizle beraber her türlü hayat deneyiminden geçişimize, yanmanın da olgunlaşmamıza denk geldiğini düşünürüm. Üstelik bu yaşam basamaklarının yaşlarımızla hiç ilgisi yoktur. Yaşadıklarımız ve idrakimizle biçimlenir, anlamlanır.
Kimi yirmilerinde yanar kimi ellisinde… Kimi altmışında olgunlaşır kimi kırkında… Kim kimin önünde, gerisinde, berisinde bilemeyiz. Her birimiz kendi deneyiminde... Ama bildiğim odur ki her birimiz ayrı bir yolun yorgunuyuz. Platon’un dediği “Şefkatli ol, karşılaştığın herkes zor bir mücadele veriyor”. Şefkatli olmak, karşımızdakine olduğu kadar kendimize, kendimize olduğu kadar başkalarına…
"Al içinden geldiği gibi..."
Mevlana’nın sözü bana seramik yapma sürecini de anlatır oldum olası. Çamurla buluşma şansım oldu iki yıl önce. İki yıl dediysem iki yıldır yapamıyorum, bir yılını şu salgına kaptırdık, gidemiyoruz atölyeye. İyi ki buluştum o çamurla, iyi ki… Seramik konusunda Kuzguncuk bir deryadır. Hiçbir şey tesadüf olmadığına göre kendime en uygun seramik hocasını bulmam da tesadüf değildi. İlk gün önüme bir çamur vermişti, “Al içinden geldiği gibi…” dedi ki hâlâ en severek kullandığım küçük kasem o günün anısıdır.
Hayatın sırrı ona ne kattığımızda...
Çamurdan ürüne yolculukta en kıymetli kelimeler benim için 'sabır', 'sır' ve 'sahicilik'... Elinizdeki çamuru, yoğurarak yapmak istediğiniz şeye dönüştürmek. Sabır ve özenle, yaratıcılıkla, içinde hava kabarcıkları bırakmadan. Hava kabarcıkları yüksek ısıda maalesef patlıyor. Hem kendini hem fırındaki diğer ürünleri heba ediyor. Kırılıyor ve kırıyor yakınındakileri… Bu ilk pişirimden (ki buna bisküvi deniyor, çok sempatik değil mi) sağ salim çıkarsa elimizde sırlanmaya hazır pişmiş bir ürünümüz oluyor. Yaşasın! Onların tozu alınıyor sudan geçiriliyor. Şimdi gelsin sırlama aşaması. O an sürdüğünüz rengin pişince nasıl çıkacağı tam bir sır. Çok keyifli bir bekleme süreci. Yine sabır istiyor. Acele edemezsiniz. Bir şey tasarlıyorsunuz, bir görünüş, bir renk… İyi hoş da bakalım pişince ne çıkacak... Tam olarak bilemezsiniz. Tahmin edersiniz de emin olamazsınız. Sırrınızı sürüyorsunuz. Yoğun, hafif, dalgalı, geçişli, tek renk, farklı renkler, şeffaf… Gönlünüzden ne gelirse. E sır bizim değil mi? Hayatın sırrı, gizemi, ona ne kattığımızda…
Yüzleşmeyi seçersek...
Sabır, sır, sahicilik… Dünyanın en sahici ve sağlam ürünü böyle çıkıyor. Sahiciliği malzemesinde, sağlamlığı doğasında, sırrı kontrol edilemezliğinde… Tüm bu aşamalar hayatın ta kendisi değil mi? Elimizde yaşam olarak yoğuracağımız bir zaman aralığı, belli nefes sayısı yok mu? Hayat, kendimizi şefkatle yoğurmamızı istemiyor mu? Biz bunun yerine, sağdan soldan içimizi şişiren bilgilerle, anılarla, yaralarla doluyoruz. Alın işte içimizde her an patlayabilir kabarcıklar… Onları fark etmediğimizde, kendi irademizle minik minik iğneler batırarak havasını almayı seçmediğimizde, gün geliyor patlıyoruz! Üstelik bundan sadece kendimiz değil, yakın çevremiz de nasibini alıyor. Bunu becerirsek, yani kendi hava kabarcıklarımızla, kendi kör alanlarımızsa yüzleşmeyi seçersek, kırılma olasılığımız düşüyor. Kırılmak bir öz değer sorunudur çünkü.
Kimse kimseyi kırmıyor
Yeterince değerli görmeyiz kendimizi, başkalarının cümleleri üzerinden bununla yüzleşiriz. "Bizi kırıyorlar" diye kızarız. Kimse kimseyi kırmıyor. Biz öz değerimizi yükseltmek yerine çevremizdekilerle dövüşmeyi seçiyoruz. Üstelik bu tam bir kör dövüşü oluyor, kimseye bir faydası olmuyor. Kendimizi yineliyoruz. Kendimize yeniliyoruz. Halbuki en çok ihtiyacımız olan yaralarımızı şefkatle sağaltmak ve kendimizi yenilemekken. Zamanı geliyor ve yanmaya başlıyoruz. Her şeyin “Ben”le ilgisi olduğuna ufaktan uyanıyoruz. Başlıyoruz yanmaya. Geçen zamana, yiten ilişkilere, yok sayılan fırsatlara, kaçırılan anlamlara. Yanıyoruz. İçimiz yanıyor. Kor olup yanmadan, dayanma gücümüzü bilmiyoruz. İşte o toprak ürün gibi en sağlam ve sahici halimiz için kor oluyoruz önce. Hayatın sırrının bilinmezliğinde olduğunu, her aşamayı kontrol edemeyeceğimizi, kendimizi akışa bırakmanın özgürlüğünü idrak etmemiz zaman alıyor.
Onu da anlamaya başlayınca, pırıl pırıl sanat eserimiz gün yüzüne çıkıyor. Bu benim sanat eserim. Bu ben’im. Hatası ile özgün, sahici, sağlam ve sırlanmış ben. Sabır, sır, sahicilik, özgünlük, özgürlük…