Çevrenin sessiz çığlığı
Vakit geçirdiğimiz, ziyaret ettiğimiz mekanlar, coğrafyalar istesek de istemesek de iç dünyamızda bir etki bırakır. Peki neler yapabiliriz? Master Suzuki’nin çay bardağını sonuna kadar doldurup taşıran öğrencisine söylediği gibi, bardağımızı boşaltıp yeniliklerle/gerçeklerle dolması için alan açabiliriz...
Vakit geçirdiğimiz, ziyaret ettiğimiz mekanlar, coğrafyalar istesek de istemesek de iç dünyamızda bir etki bırakır. Bazen mekanın tadı kalır, bazen kokusu ya da imgesi. Büyüdüğümüz ve içinde yaşadığımız çevrenin üzerimizdeki etkisine psikoloji ve sosyolojinin yanı sıra farklı mistik öğretiler de önem gösterir. Mekanlar genelde hem bulunduğu coğrafya ile hem de ev sahipliği yaptığı toplululuğun bilinçdışına taşınmış dinamikleri ile yoğrulmuşlardır.
Gizli bir reklam gibi!
Bir yeri ziyaret ederken bu dinamikleri yansıtan mimari dokuyla, çevresel düzenlemeyle ister istemez iletişime geçeriz. Belli bir farkındalık ile mekana girersek bilinçdışından yansıyan kuralları, şartlanmaları, hatıraları mekanın mimari yapılanmasında, dekorasyonunda ve yerleşiminde fark etmeye başlayabiliriz. Farkında olmadan etkileşime geçtiklerimiz ise satır altı manasını televizyonda izlediğimiz bir dizi esnasında belli belirsiz geçen gizli reklam gibi bilinçaltımıza sızabilir.
Hiç ummadığımız bir anda...
Mekanlar gerek kullanılan renkler, gerek şeçilen malzemeler ve objeler aracılığı ile mekan ahalisinin bilinçdışını bize fısıldıyor gibidir. Ziyaret ettiğimiz, vakit geçirdiğimiz mekan, coğrafya ne kadar sessiz durursa dursun, bitki örtüsünün, hayvanlarının, yerleşiminin, bina motiflerinin, sanatının, objelerinin, renklerinin aracılığı ile yer yer fısıldayarak, yer yer sessiz çığlıklarla bizimle iletişime geçer. Bu iletişim içsel yapılanmamızı ve benimsediğimiz kuralları, fikirler ve düşüncelerimizi etkileyebilir; içimizdeki fikirler, değerler, kurallar, duygular şemasına uygunsa onları destekler, farklı öneriler getirerek içsel şemalarımızı sarsar. Hiç ummadığımız anda içteki bir çatışmaya bir çözüm önerisi getirir ve bize nefes aldırır, kimi zaman da bir çatışma yaratır ve nefesimizi daraltır.
Bazı mekanlar, ortamlar ise kişiyi kendisine, kendisiyle tefekküre döndürür. Bu mekanlar kendi içlerinde mutlak dengeyi yakalamış ayna görevi gören, bir nevi bilim, sanat ve simyanın birleştiği alanlar olarak da kabul edilebilirler.
Çift taraflı bir etkileşim olur
Mekan ve ortam bizi etkilerken biz de içine girdiğimiz mekan ve ortamı etkileriz. Aramızda çift taraflı bir etkileşim oluşur. Mekan/çevre ile birey/toplum arası ilişkileri inceleyen, bu etkileşimdeki bilinçdışı ilişkiyi bilince taşımaya hizmet eden hem batıda hem doğuda yöntemler ve metodolojiler bulunuyor.
Kriz ve eşya yoğunluğu!
Batı’da Fransız psikanalist Alberto Eiguer aile içi sorunları derinden anlayabilmek için ailenin içinde yaşadığı mekanı ziyaret eder. Aile içi sorunları mekandaki bilinçdışı güçlerin dekorasyondaki ya da ev yapılanmasındaki izlerini sürerek takip eder. Aile içindeki psikolojik bağların izdüşümlerinin, ailenin yaşadığı mekanda bulunabileceğini savunur. Ailedeki krizin derinliği ile evdeki ıvır zıvır eşya yoğunluğunun benzeştiğini deneyimlediğinden bahseder. Hatta biraz daha da ileri giderek 'Evin Bilinçdışı' adlı kitabında "Kentçilik alanındaki araştırmalara göre, kentler kendiliğinden bedenimiz ve bedensel işlevler model alınarak kurulmuş gibidirler, sanki kent sakinleri oraya kendi temsillerini yansıtmışlardır’’ diyerek bilinçdışı izdüşümlerin kentlere kadar yayıldığını savunur. Jp Vidal, Isidore Berenstein gibi isimleri de aile arası bağların izdüşümünü mekanlarda araştıran bilim insanları olarak sıralar.
'Gördüğünüz şeye dönüşmeye başlarsınız'
Mistik Osho’nun çevresel etki ile ilgili söylediği ‘"Dış dış değildir, iç de iç değildir; her ikisi bir birine bağlıdır. Bu sebeple neye baktığınızın, neyi dinlediğinizin, ne okuduğunuzun ve nereye gittiğinizin farkında olun - çünkü bunların hepsi sizi yaratır’’ ve "Gördüğünüz her şey içsel dünyanızda eko yaratır ve gördüğünüz şeye dönüşmeye başlarsınız’’ sözleri de bir nevi çevresel farkındalığın önemine işaret eden sözlerdir.
'Baktığın şeye dönersin'
William Blake’in ‘"Baktığın şeye dönersin" veya William James’in "Neye ve nereye katılıyorsan, o deneyimine dönüşür’’ sözleri de çevre ile içsel dünyamızın ilişkisine vurgu yapar. Pagan kültürlerinde ateş, su, toprak ve hava gibi 4 doğal bileşimin etkisi ile bilinçli ortamlar oluşturulmuş ve bu ortamlar içsel simyayı desteklemek için kullanılmıştır. Şaman öğretilerinde ağırlıklı olarak deneyimlenen halusinatif çember ritüellerinde yönlendiriciler, çemberin yapıldığı mekan da dahil olmak üzere yetiştiğimiz ortamın ve içinde bulunduğumuz kollektif bilincin ritüel esnasındaki deneyimimizi etkilediğinden bahsederler. Sezgisel bir halusinatif deneyim esnasında içselleştirilmiş olan çevre ve toplum zihninin deneyim yaşayan kişiye yüzünü gösterebileceği söylenir.
Permakültürün babası
Çevre ile bireyin etkileşiminin önemine parmak basan bir isim de Bill Mollison’dur. Bill Mollison, permakültür sisteminin babasıdır. Permakültür, doğayı gözlemleyerek onunla birlikte var olmanın ve üretmenin yollarını gösteren, sürdürülebilir bir üretim ve yaşam tasarımıdır.
Dekoratif objelerle ilgilenmez
Mekan ve çevre ile ilişkide sıklıkla kullanılan dillerden birisi de Feng Shui’dir. Uzun bir süre Çin’in kadim öğretisi Feng Shui ile ilgilendim ve farklı ekollerin okullarından eğitimler aldım. Eğitimimi Klasik Feng Shui ile tamamladım. Klasik Feng Shui mekana koyulan dekoratif objelerle ilgilenmez; sadece ateş, toprak, metal, su, ağaç bileşenlerinin dengesi ve simyası üzerinden çalışır.
Doğal çevreyi anlamak için
Çinliler, rüzgâr ve su anlamına gelen kadim Çin öğretisi Feng Shui’yi doğal çevreyi çalışmak/anlamak için kullanırlar. Feng Shui metodolojileri ile ilgili bulunan yazıtlar M.Ö. 25. yüzyılda Doğu Han Hanedanlığı’na kadar dayanır. Yin/Yang teorisi ve Daoist kökenleri ile Feng Shui doğayı öğretmeni olarak görür. Doğadaki Chi’nin (yaşam enerjisi) doğru ve uyumlu akmasını ve bireylerinde bu enerji ile uyumlu bir şekilde hareket etmesini destekleyen Feng Shui, çevresel güzelliği mimari, astronomi, fizik ve tasarım bilgilerini de kullanarak bir nevi mekan ile mekanda yaşayanlar arasında bilinçli bir ilişki kurabilmek adına aracılık yapar.
'Fakirleri kurtaran Yang'
Feng Shui bilgileri topluma M.Ö. 907 yılllarında gökbilimci ve imparatorluğun meteoroloji uzmanı olan Master Yang tarafından sızdırılmıştır. Master Yang o dönemde Qiang Sze’ye gitmiş ve bir çok fakir insana Feng Shui metodolojilerini kullanarak/öğreterek yardım etmiştir. Bundan dolayı kendisi ‘fakirleri kurtaran Yang' olarak anılmıştır. Feng Shui’ye çevresel bir psikoloji, bilimsel bir sanat olarak yaklaşılır. Feng Shui kullanarak yaşadığımız ortamla ilgili farkındalığımızı arttırır ve iç ve dış dünyamızda bir uyum/denge yakalama şansına sahip olabiliriz. Bir Çin atasözü "Kişinin hayat kalitesini tanımlayan 5 temel faktör: Kader, şans, feng shui, doğru hareket (iyilik ve vericilik), eğitim ve çok çalışmaktır" der. Çin'deki Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ndeki Tekes ilçesi, Feng Shui prensiplerine göre yapılanmış bir bölge olup ve Feng Shui dünyasının önemli tarihi noktalarından birisidir.
'Doğa asla sana yanlış yaptırmaz'
"Doğayı araştır, doğayı sev, doğaya yakın ol, doğa asla sana yanlış yaptırmaz" diyen Frank Lloyd Wright’da bu sözleri ile Çinlilerin doğa ile uyum içinde gelişen çevresel farkındalığına ya da Bill Morrison’un başlattığı Permakültür çalışmalarına yakın bir tutum sergilemiştir.
Her şeyin birbiri ile etkileşim içinde olduğunu öne süren ve çevre/doğa ile sağlıklı ilişki arayışında olan yaklaşımlar belki de bir anlamda 'Kelebek etkisi' teorisine yakın bir bakış sergiler. Dengeli ışık, dengeli sıcaklık, temiz hava, az ve öz eşya gibi sezgisel yaklaşımları da kullanarak beş duyumuz üzerinde olumsuz etki yaratan, bize rahatsızlık veren şeylerden uzaklaşmak, ihtiyacımız olmayan/kullanmadığımız tüm eşya ve objelerden arınmak ve ortamı temiz hava, doğru ışıklandırma, doğru ısıtma/soğutma ile dengelemek, içinde bulunduğumuz çevre/ortamla samimi ve derin bir ilişki içine girmek, bulunduğumuz ortam ile sağlıklı ilişki kurabilmek adına atılması önerilen adımlardır.
'İyinin fazlası kötüye dönüşür'
Çevre ve doğa bilinci ile hareket eden metodolojiler iyinin fazlasının kötüye dönüşeceğini öne süren bir yaklaşım sergiler. En iyi yemek bile çok yenilirse mide bulandırır yaklaşımı bir yerde Yin (dişi) ve Yang (eril) dengesinin de arayışıdır. Yin ve Yang; sağ ve sol beyin gibi bir taraftan alıcı, yaratıcı, imkân araştıran, keşifçi, bilinmeyene açık, karanlık, kaotik, diğer taraftan şüpheci, mantıklı, hedef odaklı, uyumcu, karalı aydınlık ve düzenlidir. Bir süre önce M.Ö. 6500 yıllarına ait Anadolu’da Çatahöyük’te bulunan Kybele tanrıçasının yontuları ile karşılaştım. Arkeologlar tarafından Ana Tanrıça olarak adlandırılan Kybele figürünün hem bereketin, hem kaotik doğanın, hem de doğadaki düzenin sorumluluğunun simgesi olduğunu duymam bana mistik yaklaşımlardaki zıtlıklar arası çatışma/uyum diyalektiği ile araştırılan doğal denge/yenilenmeyi hatırlattı.
Kaos ve düzen
Kybele Anadolu’da doğum ve ölümün, 4 mevsimin, döngüselliğin sembolü olarak da biliniyor. Kybele figürlerinde tehlike, vahşi doğa ve ölümü simgeleyen hayvanlar, doğurganlık ve bereketi simgeleyen bebek, yaşam ve ölüm arasında gelip giden anlatımlarda da kaos ve düzenin diyalektiğinin iz düşümlerini görmek mümkün. Yin (dişi) ve Yang (eril) arasındaki diyalektik, bolluk ve bereket içinde yükselen vahşi doğanın çitlerle çevrilerek düzene oturtulduğu Cennet Bahçeleri gibi; içerinin karanlığı ile dışarının aydınlığını bünyesinde barındıran kapı eşiği gibi; notalarla ve S’lerle (sessizlikle) yapılanmış müzik gibidir. Bazen Yin (dişi) Yang (eril) gibi öğretiler, ele geçirilemeyene dokunuşun kuramsallaştırılması, soyut olanın somut ifadesi/temsilcisi olarak görülür. Çevre ile kurulan bilinçli etkileşim hem yaşananda hem yaşayanda, hem deneyimde hem de deneyimi algılayan elle tutulamayan içsellikte, bir nevi hem gerçekte, hem de hayalde, hem kavramsalda hem de kavram dışı olanda OLMAYA yani diğer ifadesi ile An’da OLMAYA’ destek olur. Daha ve daha çok 'anı yaşamaya', 'kendini deneyimlemeye’’ odaklanmış olan çağımızda yaşadığımız ortamda kendimizi güvende hissetmek, bilinenle/bilinmeyenle/bilinemeyenle etkileşimimizde kırılganlığımızla var olabilmek, dış dünyamızla samimiyetle ilişkilenmek, hem kendimize hem de içinde bulunduğumuz ortama yakınlaşmaya vesile ile an’a gelmeye eşlik eder.
Denge arayışı
Doğada ve mekanda denge arayışını farklı açılardan birçok kültürde, mistik akımda görmek mümkün. Ben, çok defa bu kadim bilgilerin veya popüler araştırmaların kullanım veya sorgulanmasında bireyin zihin yapılanması ile ve bireysel yorumları ile yeniden şekillendiği ve karşılıklı etkileşimin ve diyalektiğin ortaya çıkartacağı sezgisel zekadan ziyade yeni bir yapılanmaya veya şartlanmaya sebep olduğunu da deneyimledim. Bu şekilde yaklaşıldığı takdirde bu kadim bilgiler özünden uzaklaşıp dogmatikleştirilebiliyor, mekanikleşebiliyor. Nasıl zengin olabilirim, nasıl insanlar üzerinde etkin olabilirim, nasıl başarılı olabilirim, nasıl aradığım aşka sahip olabilirim gibi sorulara cevap vermesi, bireysel arzulara, hayatı teknolojiye indirgemeye çalışan zihniyete hizmet etmesi beklenebiliyor ve benim kanımca masumiyetini kaybedebiliyor.
Masumiyete alan açmak
Çevre ile birey arasında aracılık eden bazı metodolojiler/diller sanki 'iç ve dış birdir, beraberdir, her şey enerjidir' fikrinden hareketle birey ile çevrenin ilişki dengesini bilinç düzeyine taşıyarak düzenlerler. Ve belki de saf bilincin yeşerebileceği dengeli, akışkan alanlar yaratırlar. Bir ayağı yerde, bir ayağı gökte; tamamen içe dönük dişi ile dışa dönük erilin bir araya gelmesi, saf bilincin köklenmeye ve yeşermeye başlaması için tarafsız denge sembolünün temsil ettiği adaleti sunan ortamlar yaratırlar. Ancak genelde adaleti kötüyü ve suçluyu, negatifi bularak, yargılayarak, taraf tutarak bir şeyi bir şeye karşı seçerek değil; Sufizmin kökenlerinde de olduğu gibi mutlak dengede masumiyete/saf bilince alan açarak, Çinlilerin deyimi ile chi/yaşam enerjisini akıtarak ararlar.
Akışkanlığı dansa benzetir
Bir kaya parçasının, atomların bir araya tutunarak oluşturduğu moleküllerin kafessel örgüselleşmesi ile bir araya gelmesini algılarken ortaya çıkan kayanın içinde var olabilecek boşluk oranının imgeselleşmesinde zihnimiz çoğu zaman bize destek olmakta zorlanır. Ancan ünlü bir bilim insanı olan David Glowacki, Danceroom Spectroscopy adlı sanat ve bilimi iç içe uyguladığı birçok ödül almış sanatsal gösterisinde ziyaretçilere son derece bilimsel olan bir veriyi, deneyimsel olarak ilk elden yaşatır.
Danceroom Spectroscopy sergisine adım attığımız anda kendinizi mikroskopla görülemeyecek boyutta var olan bir dünyanın içinde buluruz. Oda içerisinde özel tasarlanmış bir bilgisayar ziyaretçilerin hareketlerini takip eder ve daha sonra bedensel hareketlerinin oluşturduğu enerji alanını bilgisayar ile duvarlara yansıtır. Ziyaretçiler kendi hareketleri ile bağlantılı olarak hidrojen, helyum, oksijen, karbon gibi atomların farklı renklerde birbirleri ile etkileşimine şahit olurlar. David Glowacki de konuşma ve sunumlarında aslında birçok bilim insanı gibi atomik akışkanlığı birbirine tesadüfi çarpan maddelerden ziyade bir dansa benzetir.
Görünmez bağlar görünürleştikçe...
Ziyaret esnasında hareketimizin/dansımızın titreşiminin oluşturduğu müziği dinler, kendimizi tamamen hareketlerimizle/diğer ziyaretçilerle olan etkileşimlerimizle şekillenen bir görsel ve işitsel her an var olan ama normal şartlarda beş duyu ile ayırt edemediğimiz atomik bir dünyanın/görsel ve işitsel bir şölenin, Richard Feynman’ın bahsettiği 'kıpırdaşıp dingildeyen atom dünyası'nın içinde buluruz. Görünmez bağlar görünürleştikçe, her şeyin birbiri ile olan ilişkisine, minicik hareketlerin form değişimindeki etkisine şahit oluruz. Kendi hareketlerimizin dış dünyamızı, dış dünyamızın da bizi her an nasıl şekillendirdiğini gözlemleriz. Böylesine bilimle sanatın birleştiği felsefik sergide, bilinçle yaratılmış deneyimsel alanda, belki de neredeyse metafiziğin temellerini oluşturan varoluşsallığı bir an için deneyimleme şansına sahip olabilir, madde ve formun kavramlar ötesi fısıltısını, hatta coşkusal haykırışını duyabilir, akışını izleyebiliriz.
Çevre ile birey veya birey ile kendi coğrafyası arasındaki sessiz ilişkiyi, dillendirmek, akışkanlaştırmak, dengelemek için batıdaki mistik gelenekler 4 doğal bileşim kullanır. Daha sonra Aristotoles Eter’i de ekleyerek sayıyı 5 bileşime çıkartmıştır. Daoism geleneklerinden Feng Shui ise beş yön, beş duyu, beş duygu bütünlüğünden giderek 5 bileşim kullanır. Yoga buna 5 Bhutas adını verir. Ayurveda, Yoga, Astroloji gibi bireyin kendi bedensel coğrafyası ile ilişkisine yönelik her bir sistem kendi içinde bütündür ve sistem içinde kullandığı bileşimler o sistem içinde bir bütün olarak değerlendirilir.
Ayna görevi de görebilirler
İlişkileneceğimiz çevreyi, coğrafyayı bir nebze seçebilir ve ihtiyaçlarımıza göre metodolojilerin de desteği ile dengeleyebiliriz. Ancak beden coğrafyamız hep bizimledir ve özel ilgi gerektirir. Batı kültürlerinde bireyin bedensel coğrafyası ile iletişiminde kullanılan başlıca bileşimler Toprak, Ateş, Su, Hava ve Eter’dir. Bazı sistemlerde Toprak, bedeni; Ateş, Yaşam Enerjisini, Chi’yi, Bioplasmayı; Su Bilinaltını, Akan Geçen Her şeyi; Duyguları Düşünceleri; Hava Tüm değişkenliği akışkanlığı izleyen sezgisel bilinci; Eter’de Var ile Yok arasındaki Saf alanı temsil eder. Doğal bileşimlerin kullanımı ile oluşan, doğal dengeyi arayan farklı sistemler üzerine yazılacak, deneyimlenecek, araştırılacak ve öğrenilecek sınırsız derinlikler mevcut. Bu bileşimler titizlikle çalışılıp anlaşışırsa bir yerde kendi coğrafyamızın sesini duymamıza, kendimiz ile daha yakından/samimi ilişkiye geçmemiz yönünde ayna görevi de görebilirler.
'Aynı nehire iki kez girilmez'
Evet farkındalık yöntemlerinde çevre önemlidir. Çevre/ortam içsel dünyamızı şekillendirir. Neye baktığımız önemlidir. Gireceğimiz, yaşayacağımız mekanları bilinçle seçip nerede ve kimlerle vakit geçirip neyi dinleyip neyi okuyacağımıza titizlikle dikkat ettiğimiz bir farkındalık düzeyi içsel yolculuğa atılan en temel adımlardan birisidir. Bu bilinçli adımlarla ,içsel ve dışsal uyum ve denge ile, varoluş sürecimiz mekaniklikten akışkanlığa, insan gerçeğine daha da yakınlaşır. Çevresel duyarlılığımız, çevresel farkındalığımız arttıkça hayat sadece neleri ve nasılları olan bir teknoloji olmaktan çıkar, bizi daha ve daha çok şaşırtmaya başlar. Heraklitos’un "Aynı nehire ayağını iki defa basamazsınız, çünkü ikinci basışta ne nehir aynıdır ne de basan’’ ve ’Her şey akar’’ sözlerine pencere açma, belki daha yakından deneyimleme, kendimizi her an yeniden ve yeniden gerçekleştirme şansına sahip oluruz. Hem hayatın bize nüfuz etmesine, hem hayatın içinde bir birey olarak var olmaya hem de yaşamın elle tutulamaz/mucizevi olağanlığına kendimizi bırakmaya daha çok olanak oluştururuz.
Peki ne yapabiliriz?
Pratikte ne mi yapabiliriz? İlk etapta evimizde, zihnimizde kullanmadığınız/kalabalık yapan ne varsa ihtiyacı olanlarla paylaşabiliriz. Hiç kullanılmayacakları da geri dönüşüme yollayabiliriz. İhtiyacımız olmayan, bize hizmet etmeyen eski kimliklerimizi, şartlanmalarımızı, tutunup kaldığımız kavramlarla özdeşleşmelerimizi sorgulayabiliriz. Cömertçe vererek/paylaşarak/bırakarak, hayatın cömert akışına/alıcılığa imkân sağlayabiliriz. Master Suzuki’nin çay bardağını sonuna kadar doldurup taşıran öğrencisine söylediği gibi, bardağımızı boşaltıp yeniliklerle/gerçeklerle dolması için alan açabiliriz.