05.07.2017 - 13:53 | Son Güncellenme:
Hep Kitap etiketiyle yayınlanan Filozoflar Nasıl Yürür? kitabında akademisyen, filozof ve yazar Roger-Pol Droit bu soruların izini sürüyor ve bizi isimlerine tutkun olduğumuz düşünürlerin yürüyüş rotalarına davet ediyor.
Kitap boyunca Aristoteles'i, öğrencileriyle Lycée’nin jimnasyumunu adımlarken, Kant'ı, Königsberg’deki günlük gezintisinde, Thoreau'yu Walden Gölü kenarında turlarken, Nietzsche ise Sils-Maria’nın bayırlarında görebiliyorsunuz. Farkında olmadan sizde bu yürüyüşlere katılıyor ve onların soluğunu yakından duyuyorsunuz.
Roger-Pol Droit, Filozoflar Nasıl Yürür'de 27 filozofun hikâyesiyle yürümenin etrafında küçük bir felsefe tarihi çiziyor. Okuru filozoflarla birlikte Antik Yunan’dan günümüze, Kopenhag’dan Tibet’e götürüyor.
Fransız yazar Roger-Pol Droit, "Filozoflar Nasıl Yürür" kitabıyla ilgili Uğur Ugan'ın sorularını yanıtladı:
Uğur Ugan: Bugünün felsefe anlayışıyla yürüme arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Roger-Pol Droit: Yürümek insana özgüdür. Bu ne anlama gelir? Biz insanlar, diğer yaşayan türler arasında sadece bize özgü bir tür hareket etme şekline sahibiz. İki ayağımız üzerinde doğrulur ve hafifçe düşmeye başlarız, bu düşüşü durdurur ve sonrasında onu da durduracağımız yeni bir minik düşmeyi başlatırız, bu böyle sürer gider… İşte bizim yürüyüş şeklimiz budur! Peki biz nasıl düşünürüz? Yürümeyle aynı şekilde, bilhassa felsefede. Öncelikle doğruluğundan emin olduğumuz şeyler sallanmaya, düşmeye başlar ve biz yeni bir dayanak oluştururuz -ki bu dayanak da süratle sarsılmaya mahkumdur. Felsefede yolculuk insanın yürümesine benzer şekilde gelişir; asla durağanlık yoktur ve hep düşmeye çok yakınsınızdır.
U.U.: Tanıdık filozofların en büyük tutkusu yürümek ise bugünün filozoflarının tutkusu ne olabilir?
R.P.D: Geçmişteki birçok büyük filozof iyi bir yürüyüşçüydü. Örneğin, birçokları arasında Aristo, Montaigne, Kant, Rousseau, Kierkegaard ve Nietzsche yürümeye düşkünlükleriyle bilinirdi. Bugün ise filozofları dağlardaki patikalardan ziyade, genellikle kütüphanelerde ve ders verdikleri sınıflarda buluyoruz. Ama durum ne olursa olsun, bence buradaki temel nokta, daha önce açıkladığım gibi, bazı düşünürlerin yürümeyi sevmesi, bazılarının da sevmemesi değildir. En önemli husus, yürüme ve düşünme şeklimiz arasındaki benzerliktir.
U.U: Günümüzde orta sınıf-beyaz yakalı sınıfın doğaya dönüş, alternatif bir şeyler arama gayreti var. Bu arayış yeni felsefik sorunlar ve analizler doğurur mu?
R.P.D: Bu mümkün. Çünkü şehirlerden, kapalı mekanlardan ve teknik, teknolojik ve kurallara boğulmuş bir dünyadan ne kadar çok uzaklaşırsanız, kendinizi o ölçüde kainat ve gerçek yaşama bağlı hissedersiniz. Ama yine de, teknik ve kurallı dünyamızdan kaçış tasavvuru kanaatimce bir yanılgıdır. Bizim asıl görevimiz, gerçek yaşamla örneğin dijital cihazları meczetmek olmalıdır.
U.U: Değişen kent algısıyla beraber yürüme olanakları da buna göre değişiyor. Özellikle İstanbul gibi büyük metropollerde yürüme parkurları git gide daralıyor. Yeni dünyanın kentlerinde düşünen insanla-kent arasında nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
R.P.D: Yürümeye imkan vermeyen şehir ortamı “düşünmeyen” insanlar üretir! İnsanoğlunu yürümeden mahrum olarak hayal ettiğimiz böyle bir kabusta, korkarım ki insanın yerine insani olmayan bir canlı türünü tasvir etmiş oluruz. Sanırım yürüme, düşünme ve insan olma aşağı yukarı aynıdır ve(ya) daha da fazlasıdır. İşte o zaman netice açık ve nettir; yürümeyen insanlık, yok olmaya mahkumdur!
U.U: Düşüncenin sembolü olarak addedilebilecek Paris, Prag, Viyana gibi kentlerin olduğu bilinciyle yakın tarihte buna benzer başka kentlerin olabilceğini düşünüyor musunuz?
R.P.D: Öyle sanıyorum. Antik çağdan modern zamanlara kadar batıda olduğu kadar doğuda da birçok şehir felsefeyle birlikte anılmıştır. Dolayısıyla, yeni felsefi merkezlerin halihazırda ortaya çıkmakta olduğunu veya gelecek nesiller boyunca farklı bir tarzda ortaya çıkacağını tahmin edebiliriz, çünkü küreselleşme ve dijital dünya belli bir fiziksel mekana bağlı eski tip düşünce “okulları”nın kurulmasını zorlaştırmaktadır.
U.U:Düşüncenin tarihi açısından doğuyla-batı arasında nasıl bir ayrım var sizce?
R.P.D: Öncelikle, ikisi arasında herhangi bir farkın mevcut olduğundan emin değilim. Çoğu zaman farklılıklar tasavvur edilir, önyargı ve vehimlerle ortaya konulur, ancak konuya ilişkin belirli bir metnin yorumlanması veya akademik bilgiler sayesinde bunlar ortadan kalkar. Yine de kabaca söylemek gerekirse ikisi arasındaki temel farklılık mantığın kullanılmasındadır; batıda mantık vasıtasıyla bir şeyler yapılır ve ortaya konulurken, doğuda mantık kullanılarak bir adım öteye (daha ileriye) bakma hedeflenir.
U.U:Yürümek düşünceyi fiziksel olarak nasıl etkiliyor? Yaratıcılığı arttırıyor mu?
R.P.D: Buradaki esas nokta düşünme için yürümek değil, yürüme için yürümektir ve yaratıcı düşünce bunun akabinde plansız bir şekilde ortaya çıkar.
U.U: Kitabı yazarken doğada yürüyen filozoflarla kentte yürüyen filozoflar arasında nasıl bir düşünce ayrımı keşfettiniz?
R.P.D: İki filozof tipi arasındaki fark, taşlar ve otlar arasındaki farka benzer, ama korkarım ki mesele bu kadar basit değildir. Sanırım her bir filozof, yürüyüşü ve düşünüşü arasında daha önce açıkladığım genel çerçevede kendine has bir ilişki türüne sahiptir.
U.U: Her yere gidebilen bir yazar olsaydınız, bu seyahatin nereye ve nasıl gerçekleşmesini isterdiniz?
R.P.D: Bu soruya yanıt kapsamında sürprizli ve plansız olaylarla dolu seyahatlari çok severim diyebilirim. Bence en iyi seyahat bitiş noktasının neresi olduğunu hiçbir zaman bilmediğiniz seyahattir. Tıpkı hayatın kendisi gibi…
Fotoğraf: © Bruno Levy