06.02.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Efnan Atmaca - Son iki yıldır en çok yalnızlıktan şikâyet ettik. Ama aslında yalnızlığımız hep yanı başımızda duruyordu. Tıpkı Bilgehan Uçak'ın "Biraz Ses Olsun" adlı romanını ithaf ettiği Selim İleri'nin "İnsan yalnızdır, yapayalnızdır hayatta. Herkes yalnızdır, kimileri yalnızlıklarını dinlemeye fırsat bulamazlar. Bölünmüşlerdir, mutlaka dinlemeden karar vermişlerdir kendilerini, yalnızlık yoktur, diye. Yalnızlık yaşamanın anlamı, ruhudur" dediği gibi. Bir yalnızlık romanı okumaya ne dersiniz? Yalnızlığınıza ortak olacak, okumaktan keyif alacağınızın bir roman. Selim İleri'ye selam edip Uçak'la sohbetimize başlıyoruz.
Reşat Nuri Güntekin’in “Damga” romanı “Hayatımı bir vehme kurban etmişim” cümlesiyle bitiyordu ve beni çok etkilemişti. Sizin kitabınızda da kendini yanlış bir hayata mahkûm edip bu mahkûmiyetin cezasını da en sevdiklerine çektiren bir kahraman var. Toplumsal dayatmalar bizi istemediğimiz ömürlük hayatlara mı hapsediyor?
Öncelikle, Reşat Nuri’ye dair birkaç şey söylemek istiyorum: Benim yüksek lisans tezim Reşat Nuri üstüneydi, onun bütün kitaplarını hayranlıkla okudum, çok da severim. O tez, daha sonra "Operada Mücella Suzan" adıyla Everest’ten yayımlandı. Geçenlerde de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Reşat Nuri Güntekin’e armağan kitabı çıktı. Orada da benim bir makalem var. Tanpınar’ın “Türkçenin ortasında bir şefkat ürperişi” dediği Reşat Nuri benim edebiyat anlayışıma göre çok büyük bir isimdir. "Damga"dan bu romanda izler var mı emin değilim ama genel olarak benim edebiyata yaklaşımımda Reşat Nuri’den izler mutlaka görülür. Aklıma, “Tolstoy taklitçisi” dendiğinde Şolohov’un unutulmaz cevabı geliyor: “Ona benzemekten onur duyarım.”
Toplumsal dayatmalar, bizi başka hayatlar yaşamak zorunda bırakıyor birçok zaman. İstemediğimiz işler, istemediğimiz evlilikler, istemediğimiz daha birçok şey. Farklı zaman dilimlerinde çıkan romanlardan yaptığım alıntılarla da bunu göstermek istedim. Romancılar buna hep isyan etmiş.
Kitaptaki tek mahkûm Nurhan Bey değil elbette. Tüm kahramanlar hayattan sille yiyorlar. Ancak herkes Nurhan Bey gibi kendi yalnızlığıyla cezalandırmıyor sevdiklerini. Yine genele geçersek, her ne kadar yanlış tercihle bozulsa da hayatımız temize çekme şansımız var mı? Neden bazıları kullanmıyor bu şansı?
Sanırım bu çok şahsi bir şey. Nurhan Bey fevri bir adam ama İsmet Usta çok daha mülayim. Son kertede tevekkülle karşılıyor başına gelenleri. Oysa, Nurhan Bey öyle değil. Ama o da yaşlandıkça değişiyor. Mutlak iyiler, mutlak kötüler, mutlak bir şey yok hayatta. Hayatı temize çektiğinizi sanırken başka biri “İşte şimdi gerçekten battın” diye düşünebilir. "İskenderiye Dörtlemesi"nde olduğu gibi, o açıdan tamamen haklı da olabilir üstelik. Mesela, Süheyla Hanım üniversiteyi bitirebilirdi, Ali mutlu bir çocukluk geçirebilirdi… Hiçbiri olmadı. Ama hepsinde bu tortular farklı şekillerde tezahür etti. Nurhan Bey asabiye krizleri geçirirken Süheyla televizyona sığındı, Ali ilk fırsatta ailesinden koptu gitti. Hepsi kendice bir kurtuluş yolu buldu, ona sığındı.
Nihayetinde koskoca bir yalnızlık var kitabın tam ortasına oturmuş. Bulaşıcı bir hastalık gibi. Aslında insanın amansız hastalığı yalnızlık mı sizce?
Hani hiçbir şey zıddı olmadan varolamaz ya, yalnızlık ile insan arasındaki ilişki de böyle gibi geliyor bana. İnsan, yalnızlık denen o tuhaf, anlaşılmaz hisle birlikte yoğrulmuş gibi. Kitaptaki ilk alıntılardan biri Robin Williams’ın intihar mektubundan. Dışardan bakınca her şeyi var… Ama git bir de ona sor. Asla tedavi edilemeyecek, sona ermeyecek bir şey yalnızlık. Her durduğunda yanı başında bitiyor ve sürekli seni sorguluyor. O yüzden bulaşıcı olduğunu düşünmüyorum. Amazon yerlilerinden bilmem kaç metrelik yatıyla Monte Carlo’ya kumar oynamaya giden adama kadar dünyada yalnızlık nedir, ben hiç bilmem diyen kimse yoktur. Herkeste, sürekli var.
Kaderden kaçılmıyor
Paralel iki aile var romanda. Nurhan Bey’in ailesi ile İsmet Usta’nın ailesi. Bir taraf yalnızlıkla dağılırken diğer taraf her şeye rağmen bir olarak durmayı başarıyor. Nedir bunun sırrı? Belki bir umut olur okuyucuya…
Ne olduğunu burada söylemeyeceğim ama Nurhan Bey, asla ulaşamayacağı bir şeyi yitirmesinin yegâne sorumlusu olarak ailesini görüyor. Daha doğrusu, ailesine baktığında düzenin dayatmalarını görüyor. İsmet Usta ise kendi hırsına yenilmiş. İstanbul, camlı gökdelenlerle dolarken gençlikte kendine verdiği sözleri tutmamış, daha çok para peşinde koştukça koşmuş. Her şeyini kaybetmiş. İsmet’le Fatoş’un arasındaki bağ, yılların yaşanmamışlıklarıyla örülmüştü. Belki beraberler hâlâ ama onlarınki de ne kadar yaşanmış bir hayat?
Son olarak kimileri kader der insanın başına gelenler için. Ama kader bazen başka yollar çıkarır insanın karşısına. Ne dersiniz kaderini kırabilir mi insan?
Şüphesiz kırabilir. Ama kırdığında aslında yeni bir kaderi de biçimlendirmiş oluyorsun. Dolayısıyla, kırarak kaçabileceğin bir şey değil. Kafesin bir demiri kırıp attın ama sonrası gene milyonlarca başka demirle dolu. Orada kendine bir yol arıyorsun. Pekâlâ değiştirebilirsin ama aynı anda yenisini de inşa etmiş olursun. Romana dönelim. Nurhan Bey, bu aileyi kurmak yerine kendi istediği hayatı yaşayan sosyoloji profesörü olsaydı, kurtulacak mıydı? Mutlu mu olacaktı? Bilinemez. Geçen sene çıkan “Akşamlar Artık Serin” adlı ilk romanımda da “istediği her şeyi yapan” Selim ile “dayatmalara isyan eden” Türkan Hanım’ın hayatlarını anlatmıştım. Türkan Hanım isyanının bedelini ödedi. Oysa, hiç olmadığı ölçüde kırmıştı kaderini.