Kültür SanatYa ölüyoruz ya da gülüyoruz

Ya ölüyoruz ya da gülüyoruz

26.01.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Ya ölüyoruz ya da gülüyoruz

Ya ölüyoruz ya da gülüyoruz


Kulis


Geçen hafta İstanbul'da iki gala yapıldı, biri bugünü, diğeri dünü temsil ediyordu (gibi). Biri Lütfü Kırdar'ın 2000 kişilik yeni, ışıltılı salonunda yapıldı, diğeri Emek Sineması'nın klasik tarzı, zarif, soylu, loş salonunda. Birinde Amerikan güldürü filmlerindeki gibi dev bir kameraman ve foto muhabiri ordusu hedefe kilitlenmiş öyle duruyordu, halktan insanları (ki bunlar 2000 kişi idi, diğerleri ise 20) doğal olarak asla çekmiyordu. Hedef mi? Hedef tabii ki Hande Ataizi ve Mehmet Ali Erbil'di (bundan eminim, çünkü ordu öyle bir harekete geçti ki) sıradan dünyalılar canımızı zor kurtardık). Şimdi burada bence iyice gariplik var. Çünkü böylesi manzaralar ancak Greta Garbo, Brigitte Bardot, hadi bilemedin Sharon Stone vs. düzeyinde yapılıyor. Yani oyuncunun arkasında bir efsanesi olması lazım, Hande Ataizi gibi her hafta Ruhsar olan, Mehmet Ali Erbil gibi her akşam Çarkıfelek'e çıkan, hemen her yerde görebileceğiniz tiplere böylesi bir izdiham yaratmak neresinden bakarsanız oyun içinde oyun gibi. Medya kendi yaratıyor, kendi inanıyor, kim yiyor?
Emek'teki Sinema Yazarları Derneği'nin ödül galasında ise kameraman sayısı da, foto muhabiri sayısı da makuldu, zaten katılımcılar da makuldu ve tabii daha masumdu.
"Kahpe Bizans"ın galası ise masumiyetten çok uzaktı. Her şey "gün"e, "an"a, göz kırpıyordu. Kat kat fondötenlerin arasındaki gözler zavallıca kameraman aranıyor, zavallıca gözlenmeyi bekliyordu. Emek'te ise emekler verilmiş, kibarca karşılık bekleniyordu.
Lütfü Kırdar'daki 2000 kişi içinde 20 yıllık sanat muhabirliğinden sonra tanıdık sadece 2 kişi görebildim. Diğerleri galiba kendilerinden başka hiçbir "şey"i temsil etmeyen şeyler dünyasındaydı. Emek'tekilerin ise hemen hepsi tanıdık, bildikti, yani iyi kötü sanat dünyasının içinde insanlar.
Lütfü Kırdar'da şarkılar şarkıları, konuşmalar konuşmaları izledi. Yapımcı Mehmet Soyaralan'ın iddiaları "doğada gülebilen tek varlık olan insan'ı güldürmek" olarak sınıflaması hoş ve sıcak bir yaklaşımdı. Lütfü Kırdar'ın kahramanı sadece çok sevdiğim bir arkadaşım değil, çok beğendiğim bir mizahçı olan Gani Müjde idi. Gani, her zamanki emekten yana tavrını burada da koydu ve önce gizli kahramanları, teknik ekibi alkışlattı. Böyle anlarda hep olduğu gibi gözlerimiz yaşardı. Gani filmini kitle için yapmıştı, onun için "Gala seyircisi beğenmemek için gelir, inşallah beğenmezsiniz" dedi.
Emek'in kahramanı Nuri Bilge Ceylan, kendi dünyasını anlatmıştı, bu yüzden "Bu tarz sinema anlaşıldığı ve ödüllendirildiği için de mutluyum" dedi.
Filmlere gelirsek... Gani, bu ilk yönetmenlik denemesinde bence rolünü iyi yapmış, hedefine ulaşmış, ama oyuncular yorumlayamamışlar. Kendilerini tekrarlamışlar. Cem Davran sarsak hareketleri ile Ruhsar'daki reklamcı, Hande Ataizi şımarık Ruhsar, M. A. Erbil ise karşı konulmaz sevimliliği ve kuvvetkenliği ile Çarkıfelek'in sunuculuğuna devam etmiş. Yani bu şamataya, bu reklama bu oyunculuk, pes doğrusu dedirtti.
Şimdi tabii burada derdim, Gani ile Nuri Bilge Ceylan'ı, "Kahpe Bizans" ile "Mayıs Sıkıntısı"nı karşılaştırmak, karıştırmak değil. Dünyanın her yerinde mizah filmi, "autor" sinemasından daha çok gişe yapar, ikisinin de kitlesi farklıdır ve bir toplumda her tür beğeni olmalıdır. Benim derdim Türkiye'ye yerleştirilmeye çalışılan lay lay lom kültürü. Medya yöneticileri, millet de kötü olaylardan bıktı. Çalışanlar da giderek hafifletildi, ee ne oldu, bir hafiflik, bir içi boşluktur ki gidiyor. Ne mi yapmalı? Bir an bile durmayalım, düşünmeyelim, derinleşmeyelim. Gülelim, gülemiyorsak gülenleri, magazin dünyasını izleyelim. Cezanne'in "Dünyanın yaşamından bir dakika geçiyor. Onu olduğu gibi resmedin" lafını Türkiye'ye uyarlarsak, o bir dakikanın fotoğrafını çekersek, Türkler ya ölüyor ya gülüyor, karşınıza Televole çıkıyor.

"Birinci"ler Levent'te

Beşiktaş Belediyesi yer verdi, TÜR - SAK işletmesini üstlendi ve Leventliler sanat filmleri izleyebilecekleri yeni bir sinemaya kavuştular: Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Merkezi. Biletler 3 milyon gibi makul bir rakam, Cafe'si de var. Bu hafta Sinema Yazarları Derneği'nin birincilikle ödüllendirdiği iki film gösteriliyor: "Mayıs Sıkıntısı" ve "İnce Kırmızı Hat". Kaçıranlar için iyi bir fırsat. Ben kaçırmıştım, bu sinemada yakaladım.
Çehov'un anısına adanmış, Schubert ve Bach'ın müzikleri kullanılmış "Mayıs Sıkıntısı" bu vur kır ortamında rehabilite edici bir film. Irzına geçilmemiş bir kasaba, zedelenmemiş insanlar, eş, dost, akraba. Kapıları açık evler dış dünyaya karşı korunaklı, huzur içinde. Dünya oraya bir tek "ajans" saatinde giriyor. Doğa iç açıcı, oyuncu olmayan oyuncular çok başarılı (Çünkü samimiler).
Çevremizde, çocukluğumuzdan bu yana bizimle birlikte yaşayan tek bir postane bile yokken, her şey değişmişken yabancılaşma efekti yaşamamak mümkün mü?
Bu yüzden filmi seyrederken sıcak dünyalarını koruyan insanlara da minnet duydum.

Amerikan rüyası mı?

Enis Batur'un peşpeşe iki yeni kitabı yayımlandı, (diğer Batur kitaplarından farklı olarak) bir solukta okuyacağınız. Y. K. Y.'den çıkan "Amerika büyük bir Şaka, Sevgili Frank, ama ona ne kadar gülebiliriz?"de New - York'ta yaşadığı üç haftayı anlatıyor Enis. Bu üç haftada olabildiğince biriktiriyor Enis: Sanat, edebiyat, sokaklar, insanlar, şeyler, televizyon, sosisli sandviç, Thunderbolt, Rockfeller Center'ın ortasındaki o nefis açık kahve, yazmak, yolcu olmak, kitaplar, yapılar, berduşlar, sıcak, yağ kokusu, böğürtlen ve gül kokusunu özleyiş... İstanbul'da geçirdiği gergin gece ile başlayan kitap, bir seyahat kitabında tadına varmak istediğiniz tüm ayrıntıları içeriyor. Üç haftanın sonunda da yoğunluktan yoruluyor, evini, düzenini özlüyor (çoğumuz gibi).
Amerikan kültür ve yaşama biçiminin bizde hala egemen olmadığı görüşünde Enis Batur. Amerika'dan gelecek tehlikeyi daha çok siyasal sisteme ilişkin olarak kabul ediyor, "Amerikan demokrasisi olarak adlandırılan kısır ucubeye özenerek bakılmasına" ise tahammül edemiyor. Tüm altyapı zenginliğine rağmen, New York'luların taşralı olmaktan kurtulamadığına inanıyor, giyim - kuşam açısından da, kültürel açıdan da Avrupa'ya kilitlenmiş buluyor Amerikalıları: "Soho'daki Gugenheim'ın iyi bir kitapçısı var bodrum katında. Felsefe, sanat kuramı, estetik. Raflarda kimler var? Adorno, Benjamin, Bataille, Foucault, Deluze - Gerattari, Derrida, Baudrillard, Heidegger..." diye yazıyor.
New York burjuvasi ise İstanbul burjuvazisi gibi kasvet verici Enis için: Avrupa burjuvaları gibi değiller, sınıfsal konumları hala yerleşiklik kazanamamış, bunun için kim bilir kaç kuşak gerekir bilemiyorum. Öte yandan, 2050 yılında dünya ne durumda olur, sınıfların özelliği iyice katılaşır mı, yoksa hepten dönüşür mü? İşçiler yarım yüzyılda başkalaştılar içten, kölelik koşullarını yenen ülkelerde her işçi biraz da küçük burjuva artık" diyor.
Bazen birkaç satırla "özel"e giriyor: "Bugün, Tül'le çarpışmamızın 13. yıldönümü. Düşünüyorum da, pek çoğu ufalarak sürdürülmüş çift ilişkisinin arasında, pek az örneğini görebildiğimiz türden, artarak sürmüş bir ilişki bizimkisi. Bunu dile getirmek ayıptır biliyorum, kentlilerin töresine sığmaz, ama ne yapalım ki, insanoğlunun hayatındaki onca bozgunun arasında bir - iki utku varsa, bunu dillendirmek hakkı olmalı. Sarp'a, benden genç arkadaşlarımın satırarasında hep onu söylemeye çalıştım: İçişlerimizde özenli olan, toplumsal ve ekonomik başarı olmasa da olur." (...)
Kitap bir anı ile bitiyor: "Babam aktardıydı - 1942 ya da 1943 yılının kışında, NATO ülkelerinden subayların katıldığı bir tatbikat sırasında, Elazığ dolaylarında bir köyün yakınında kamp kurulmuş. Aralarında babamın, birkaç Amerikalı ve Avrupalı subayın bulunduğu bir grup, köyün ihtiyarlar heyeti tarafından yemeğe davet edilmiş. Sessiz bir merhabalaşmanın ardından ocağın etrafında çember oluşturmuşlar. Birden, ihtiyardan biri göze girmiş ve ağdalı bir New York argosuyla yabancı konuklardan hal hatır sormuş. Öteki ihtiyarlar da - sırasıyla, ayrı okkalı kelimeleri kullanarak konuşmaya başlayınca, şaşkınlığını gizleyemeyen Amerikalı subaylardan biri, "bu denli" iyi (!) ve akıcı biçimde İngilizce (?) konuşmayı nerede, nasıl öğrendiklerini sormuş. meğer "ekip"tekiler, yüzyılın başında, köprü ve gökdelen inşaatlarında çalışmak üzere her yıl New York'a gider, kış aylarında köylerine dönerlermiş. İşçi arkadaşlarından öğrenmişler konuşmayı.
Bana öyle geliyorki, Türkiye'de her geniş ailenin hiç değilse bir üyesinin yaşamında Amerikan rüyası derin, kalıcı izler bırakmıştır. Bizim ailede bu, otuz beş yılı aşkın bir süre Amerika'da yaşayan küçük dayım olmuştur: 1950'li yılların ikinci yarısında, tek kelime İngilizce bilmediği halde, Eskişehir'deki kurulu düzenini bozarak New York'a gitmeye karar veren o genç adamın öyküsünü aktarmak mahremin sınırlarını zorlamaya girer, bütün söyleyebilceğim: 1990'lı yıllarda yenik, yorgun ve öfkeli biçimde Türkiye'ye döndüğüdür. (...)
"Kurşunkalem Portreler"de ise Enis Batur 500 kelimeyle sınırlandırdığı 44 özel adamı çiziyor. Aralarında İlber Ortaylı, Turgut Çeviker, Mustafa Kemal Ağaoğlu, Adnan Benk, Erol Akyavaş, Sevin Okyay, Türkan Ilgaz, Ragıp Duran, Engin Ardıç, Safa Kaplan, Ergin Telci, Ahmet Say'ın da bulunduğu bu nev - i şahsına münhasır adama "Matların arasında parlak olmak"tan utanan adamlar...