15.10.2008 - 18:23 | Son Güncellenme:
Bu yakınlarda Dehen Altıner’in “Sevgili Üniversite” adlı romanını okudum. Bu adı duymamış olmanız ihtimali yüksek, çünkü bu kitabın ikinci romanı olduğu anlaşılıyor ve ayrıca yazarı edebiyat dünyasından biri değil; Marmara Üniversitesi’nin Eczacılık Fakültesi’nde, biyokimya profesörü (İlk roman olan “Bellek Peşinde” bunun gibi Boyut’tan çıkmış ama ben onu görmedim).
‘İşbölümü’ ve ‘uzmanlaşma’nın egemen olduğu, egemenliğinin tartışılmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Boğazımız ağrıdığı için ‘kulak-burun-boğaz’ uzmanına gitmek istediğimiz gibi, okuyacağımız romanı da ‘romancı’nın yazmasını isteyen çok.
Ama bu kitabı okuyunca, ‘edebiyatçı’ ya da ‘edebiyat uzmanı’ olmayan bir yazarın da, kendi uzmanlık alanını edebiyatın içine taşıyabildiğini görüyorsunuz.
Biyokimya ile edebiyat
Bir ‘akademik’ olan yazar, belli ki çalıştığı kurumun, üniversitenin tarihini merak etmiş ve incelemiş. Bir yandan ‘biyokimya’ çalışırken edebiyatla ilişkisini de sürdürmüş. Sonuçta, kitabın kapağında “1933 üniversite reformunu ve o süreçte gelişen bir aşkı konu alan dönem romanı” diye tanıtılan kitap ortaya çıkmış.
Romanda anlatılan, entelektüel tarihimizin önemli bir olayıdır. 1933’te Darülfünun’un kapatılması ve ‘evrensel’ adıyla ‘üniversite’nin kurulması, bir yandan ‘çağdaşlaşma’ hedefini gütmesi, ama bir yandan da yüksek öğretim gibi önemli bir alanda rejime muhalif olabilecek kişilerin tasfiyesini gerçekleştirmesi bakımından ikili bir mahiyet taşıyordu. Bir rastlantı olmasa, tipik Türk işi bir girişim olarak; yani tasfiyeyi başarıp çağdaşlaşma yolunu açamayan bir girişim olarak kalabilirdi.
Bu rastlantı, Almanya’da Hitler’den kaçan bilim adamlarının beklenmedik biçimde ufukta belirmesiydi. Kurulan üniversitenin kendisine kalsa -kimse rekabetten hoşlanmadığı için- bu bilim adamlarının yolu Antarktika’ya kadar uzanabilirdi. Ama Atatürk fırsatı gördü ve değerlendirmeye karar verdi.
İlginç bir aşk hikayesi
Altıner’in kitabında, kahramanın pek de hak etmeden tasfiyeye uğrayan babasıyla bir kısım ortaya konuyor, ama anlatının büyük kısmı, dolaylı veya dolaysız, bu adamların burada işe girişinin Türkiye’de ‘üniversite’ adına hak kazanan bir kurumun biçimlenmesindeki katkısını işliyor.
Bu arada, onların varlığından hiç hoşnut olmayan bazı ‘bize özgü ve bize benzeyen’ öğretim üyelerinin yaptıklarını da görüyoruz. Bunlar daha da ayrıntılı anlatılabilirdi, çünkü sonunda, her şeye rağmen, bütüne gene bunlar egemen oldu. 1981’de yeniden kurduğumuz üniversitede, 1933’ün rastlantısından kalanların çoğunu da sildik.
Romandaki ‘aşk ilişkisi’ bir Türk doktorla buraya gelenlerden bir Alman bilim adamının Yahudi karısı arasında. Ama ben karı-kocanın ilişkisini ve kocanın ruh halini ötekinden daha dikkate değer buldum.
İlkelerine bağlı Hermann, Nazi rejiminin Yahudi karısı Hanna için ne gibi tehlikeler içerdiğini anlayınca duraksamadan Almanya’yı terk etmeye karar veriyor. Ama buraya gelip alıştığı dünyaya hiç benzemeyen bir hayat tarzı içinde kendini bulunca, bunu da sindiremiyor. Bu ayrıntıyla, ‘olması gerektiği gibi hayat’tan ‘çok zaman olduğu gibi hayat’a geçiyoruz.
Romanı göklere çıkaracak değilim; iddiasız ama kendini okutan, dünyadan, tarihten, insan karakterinden haberdar bir yazarın elinden çıkmış bir kitap.