08.06.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Orhan Aksoy’un karısı, iki yetişkin çocuğu ile arkadaşları, yakınları; Şevki Kartal’ın yakınları ve arkadaşları, çalışanları katılmışlardı cenazeye. Çok kalabalık değildi cenaze töreni. Bodrum’un iş dünyasından da bazı isimler gelmişlerdi arkadaşlarını uğurlamaya. Aileler ve katılanların çoğu siyahlar içindeydi. Gözyaşlarını tutamayanlar da vardı; töreni soğukkanlı izleyenler de… Gözlerim Meryem Hanım’ı aradı ama ortalarda yoktu. Belki geldi de ben görmemiştim. Belki de katılmamıştı. Çünkü ne camide görmüştüm, ne de cenazeler toprağa verilirken.
***
Hatta Şevki Bey’in yakınlarından biri olduğunu öğrendiğim bir kadına, Meryem Hanım’ın gelip gelmediğini sordum ama o da bilmiyordu gelip gelmediğini. Başka kimseye de tuhaf karşılanmamak için sormak istemedim; nasıl olsa öğrenecektim.
Bulsaydım, o akşam neden bizim olduğumuz masaya dikkatle baktığını, sonra da apar topar uzaklaştığını sormak istiyordum. Bir şey çıkacağından değil ama merak etmiştim sadece. Çünkü kadın beni görmüş, emin olmak için daha dikkatle bakmış da olabilirdi. Ama bakışlarında sanki şaşkınlıkla karışık bir endişe hali var gibi gelmişti bana. Belki de her şeyi fazla büyütüyor, paranoyaklar gibi bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. Bu mesleğin insanı biraz paranoyak yaptığı da su götürmez bir gerçekti.
Cenazede Ayşen Hanım taziyeleri kabul ederken oldukça soğukkanlıydı. Çocukları, özellikle kızının ağlamaktan gözleri resmen balon gibi şişmişti. Çocukların isimlerini söylemişlerdi ama aklıma gelmemişti bir türlü. Onlarla konuşmayı gereksiz bulmuştum. Sonradan bu işi Zühre’ye vermiştim. O da konuşmuş ama kayda değer bir şey çıkmamıştı. Birden anımsamıştım, kızın ismi Aslı, oğlanın da Tufan’dı. İkisi de Amerika’da öğrenim görmüş, orada yaşıyorlardı.
Seza Komiser aklıma geldikçe ise kafamı bir yerlere vurmak istiyordum. Ne büyük eşeklik etmiştim onu üzmekle, o aslında gözüpek, çok iyi bir polisti ve soruşturmaya da faydası olurdu. Umarım katılırdı. Eğer katılırsa onu güzel bir akşam yemeğine davet etmeyi düşünüyordum. Bodrum’da belki Barbaros’larla gittiğimiz o balık lokantasına götürebilirdim. Mezeler, balıklar her şey dört dörtlüktü.
Ah be Seza! Hadi ne olur affet beni!
Çok da güzel bir kadındı Seza, erkekler için büyük bir kayıptı. Kendi cinsinden hoşlanmasa meslektaş falan dinlemez, prensip mirensip hiçe sayar mutlaka asılırdım. Böyle düşünen sadece ben değildim sanıyorum; teşkilattaki herkesin benimle aynı görüşte olduğuna kalıbımı basabilirdim.
Bu düşünceyle birlikte derin bir iç geçirmiştim. Cenaze töreni bitmiş, mevtalar son yolculuklarına uğurlanmış, herkes evlerinin, işyerlerinin yolunu tutmuştu. Ayşen Hanım’ın yanına gidip baş sağlığı diledim. “Dostlar sağolsun,” diyerek teşekkür etti. Bir gelişme olup olmadığını sordu. “Çalışıyoruz,” dedim. Ardından da, “Sizde bir şey var mı, hatırladığınız?” diye sordum. Başını yok anlamında salladı.
Bodrum merkeze gelmiştim. Mandalinaları Yaşatalım adlı derneğin başkanı Münir Sarıcalı ile görüşmek istiyordum. Kolay bir adam olmadığı, saldırgan bir yapısı olduğu söylenmişti. Bu nedenle temkinli olmakta yarar vardı. Yanımda Zühre de vardı; adresi bulup zili çaldık. Bodrum tipi, iki katlı, ama oldukça eskimiş, boyası dökülmüş, bakımsız bir binaydı. Çıt yoktu. Zili tekrar çaldım. Birkaç saniye geçtikten sonra içeriden bir tıkırtı duyuldu.
***
“Kimsiniz?”
Ses boğuk ve kalın perdeden geliyordu. “Polis, açabilir misiniz?”
“Neden, bir suç mu işledim?”
“Hayır, ama sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyorduk.”
“Suçlu değilsem, konuşmanın da bir anlamı yok, hele sizin gibi bu bozuk düzenin bekçileriyle…”
Çatmıştık. “Lütfen açar mısınız?” diye tekrar sordum.
“Açmıyorum ne olacak, defolun!”
“Zorla mı getirilmek istiyorsunuz emniyete? Sizi suçlamak için değil, sizden yardım istemek için geldik.”
“Allah Allah hangi dağda kurt öldü de benden yardım istiyor Türk polisi?”
“Bakın rica ediyoruz, amacımız sadece konuşmak, önemli olmasa buraya gelip sizi rahatsız etmezdik.”
“Siz gidin gerçek suçluları yakalayın, benim gibi kendi halinde olan, sadece kendine zarar verenleri rahat bırakın!”
“Üç cinayet işlendi belki duymuşsunuzdur. Mandalina bahçelerini siteye çeviren üç müteahhit öldürüldü. Bu sizin belki ilginizi çeker.”
“Ben öldürmedim, beni ilgilendirmiyor, başka sorunuz var mı?”
“O zaman bizi zorla götürmek durumunda bırakıyorsunuz, emniyette görüşürüz, hem bu kadar nazik olmayacağımızı da garanti edebilirim.”
Tam ayrılmaya hazırlanırken, birden kapının kilidi tıkırdadı.
Uzun boylu, saçı başı dağılmış, yakışıklılığını çirkinleşerek yok etmeye çalışan, kirli sakallı, kirli beyaz tişörtlü, rengi atmadan önce bir zamanlar mavi olan bir şort, ayaklarında hiç sevmediğim parmak arası terlikler, elinde yarıya kadar kokusundan votka olduğunu tahmin etiğim bardakla karşımıza dikilen Mandalinaları Yaşatalım Derneği Başkanı sayın Münir Sarıcalı nihayet kapısını açma zahmetinde bulunmuştu. Adamda ünlü Fransız oyuncu Gerard Depardieu tipi vardı ama bu daha yakışıklısı, daha incesi ve daha bakımsızıydı.
“Buyrun, sizi dinliyorum,” dedikten sonra derin bir nefes aldı. Bu nefes sıkıntı içeren, “Nereden geldiniz, ne güzel içkimle baş başaydım, deyyuslar sizi!” nefesiydi.
“Burada mı konuşacağız?”
“Ne oldu beğenemedin mi? Evim beş yıldızılı otel değil ki sizin gibi güzide polisleri ağırlayayım, ne soracaksanız sorun, sonra defolup gidin.”
ARKASI YARIN...