03.07.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Tufan Taştan’ın ilk uzun metrajlı filmi, senaryosunu Barış Bıçakçı ile yazdığı “Sen Ben Lenin” hem festivallerde hem de seyirci nezdinde beğenilmiş ve ödüllendirilmişti. İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü, Adana’da İzleyici Ödülü, Ankara’da En İyi Senaryo ve İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü kazanan yapım, küçük bir odaya ve bir heykelin gölgesine, her cenahıyla tüm Türkiye’yi sığdırmayı başarmıştı. İthaki Yayınları’ndan çıkan “Sen Ben Lenin - İki Senaryo Bir Film”, filmin iki farklı senaryosunu bir araya getiriyor. İlki koşullar nedeniyle çekilememiş, diğeri de koşullar çerçevesinde çekilmiş. Bu süreci Tufan Taştan’dan dinledik.
İlk senaryo neden filme dönüşemedi de ikinci senaryo ortaya çıktı?
İlk senaryomuz Lenin heykelinin kasabaya gelişinden tanınmasına, dikilmesinden çalınmasına kadar geçen süreci anlatıyordu. Barış ile birlikte hayal gücümüze yaslanarak bol mekânlı, çok oyunculu ve doğal hâliyle yüksek bütçeli bir kasaba filmi yazmıştık. Önce Kültür Bakanlığı başvuruları sonra fon arayışları ve ardından birbirinden büyük yapım şirketleriyle danslar… Sonuç olarak “İçinde Lenin geçen film” diye destek bulamadık. Biz de bu hikâyeyi anlatmaktan vazgeçmek yerine elimize yeniden kalemimizi alıp kendi imkânlarımızla çekebileceğimiz bir senaryo yazmaya karar verdik. Bu sefer ilkinin bittiği yerden, yani heykelin çalınmasının ardından neler yaşandığını sorgulayan tek mekân bir polisiye yazdık. Neredeyse bütçesiz bir şekilde, herkesin gönüllü olarak yer aldığı bir sette, 12 gün gibi kısa bir sürede ikinci senaryoyu filme çektik.
İki senaryo arasındaki farkları nasıl yorumlarsınız?
Aslında temel fark, aynı hikâyenin farklı zamanlarını anlatan bu iki senaryonun dramatik yapıyı kurma biçimlerinde. İlk senaryo daha klasik bir tarzda bir kasaba filmiyken, ikinci senaryo daha deneysel bir biçime sahip. Elbette polisiye bir damarı kullanmak ilk senaryoyla ikinci senaryonun arasındaki farklardan biri fakat belirleyici değil bence. İlk senaryoda olay örgüsünden zamana, mekânlardan karakterlere kadar dramatik yapı klasik hatlarıyla kurulurken, ikinci senaryo mekânı sınırlandırmakla birlikte zaman mefhumunu gerçek ve hikâyenin zamanı olarak ayrı ayrı ele alıp birleştiriyor. Kurgunun gücüne yaslanıyor. İlk senaryo karakter odaklı bir yapıya sahipken ikinci senaryoda başrolü kasabalıların anlattığı hikâye üstleniyor. Tıpkı solo ve koro gibi.
Filme çekilen senaryonun polis sorgusuna odaklanması, hikâyeyi daha güçlendirdi mi?
Kesinlikle. Aslında ikinci senaryo temel olarak Lenin’i arayan polisiye ile birlikte Ahmet Abi’nin hikâyesine odaklanıyor. İlk senaryoda sadece Gül Ana’nın kayıp kocası olarak duyduğumuz Ahmet Abi ikinci senaryoda hikâyenin, daha doğrusu kasabanın geçmişinin merkezine oturuyor. Dramatik yapının temel ayaklarından biri olan mekânı sınırlandırdığınızda diğerlerini kuvvetlendirmeniz gerekiyor, ikinci senaryoda yaptığımız bu oldu. Odak noktanız direkt olarak hikâyeyi takip ediyor. Aslında bu kitabı yayımlamaktaki temel motivasyonumuz da buradan geliyor: Sinema yapmanın, senaryo yazmanın, hikâye yaratmanın farklı biçimdeki anlatma denemelerini paylaşmak; Türkiye’de zorluklarına rağmen sinema yapmaktan vazgeçmemek.
Kamera kapandı, şimdi sıra gerçeklerde...
Yeşilçam aşk filmlerinin romantik jönü Ediz Hun… Eski İstanbullu olarak nezaketini, mesafesini, saygınlığını korumasıyla da kaybettiğimiz değerlerin temsilcisi, kaç kuşak için. İnkılâp Kitabevi’nden çıkan “Film Gibi Geçti”, sinema yazarı ve akademisyen Rıza Oylum’un yaptığı söyleşi sayesinde Hun’u yakından tanımamızı sağlıyor.
Ediz Hun’un Ses dergisinin yarışmasını kazanması ve sonrasında başlayan sinema kariyerine çoğumuz aşinayız. Söyleşi kitabının en ilginç kısımları, bunların dışındakiler. Hun’un “Bana bunu hiç sormadılar” dediği 6-7 Eylül olaylarını anlatışı mesela… O sırada 15 yaşında olan Hun, o facia günleri çocukluğunun travması olarak dile getiriyor. Sinemamızda seks furyasını başladığı yıllarda gazinoya çıkması için Öztürk Serengil’in aracı olarak getirdiği yüklü para teklifini reddetmesi ve her şeyi bırakıp Norveç’te sıfırdan hayat kurması, bugünden bakınca bile inanılmaz geliyor. Banker reklamlarında yer almadığını da özellikle vurguluyor. Matbaacılık yapması, iguana yetiştirmesi ve kallavi bir kaktüs bahçesi olması, hayatından ilginç detaylar. Hun’un siyaset macerası ve çevre için projelerini hayata geçirmekte elverişli koşullar bulamayınca bu mecradan ayrılması da… Keşke kitap, nehir söyleşi tarzında daha uzun olabilseymiş.
Kitabı okuyunca şu kanıya varıyor insan: Ediz Hun şanslı bir hayat yaşamış ve bunu da prensiplerinden taviz vermeyerek sağlamış. Onu perdede izleyebilenler ve yetişemeyip de tiyatro sahnesinde yakalayanlar ne kadar şanslı, böyle bir tarihe tanık oldukları için. Özellikle de Cüneyt Arkın’ın vefatından sonra…