09.01.2022 - 15:19 | Son Güncellenme:
Sizi Dünyanın Uyanışı serinizden ve ilham olduğu Atiye dizisinden tanıyoruz. İlk kitaplarınızda kadim Göbeklitepe tarihine davet ettiniz okurunuzu. Şimdi ise İstanbul’un Kayıp Mührü ile dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul’a çeviriyorsunuz rotanızı. Bu hikaye nasıl geldi kaleminize?
İlham ilhamı doğuruyor diyelim. Bu hikayeyle daha çok gözümüzün önünde olan, her gün gördüğümüz, üzerinde yürüdüğümüz efsanelere daha yakından bakmak istedim. Derin bir bakış olsun istedim; mistik, tarihi ve teolojik katmanlar ekledim hikayeme. İstanbul’un birçok yönünü çok yönlü bir bakış ile odağa aldım. Sıkça kullanılan bir tabir vardır: “Herkesin bildiği sır değildir,” denir. Ben bu hikayeyle “Sır kendi içinde de bir gizemdir” düsturunu edindim ve o gizemin peşinden sürüklendim.
Sizin aynı zamanda medya ve iletişim alanında eğitime devam ettiğiniz ve astroloji, ezoterizm konularında çalışmayı sürdürdüğünüzü biliyoruz. Bu kulvarların yazma sürecinize, kurgularınıza ne tür katkıları oldu?
Birden çok disiplin arasında gezinmek, çoklu referans noktalarını beraberinde getiriyor. Böyle düşünmeye ve çalışmaya başladığınızda daha büyük bir resme vakıf oluyorsunuz. Eee bu resim, hayal ile birleştiğinde hikayeler ortaya çıkıyor. Her ihtimal bir hikayeyi doğuruyor.
Tarihi motifleri araştırmak hayli disiplinli bir alan, bu içten gelen bir merak mı?
Gerçekten bu sorunun yanıtı üzerine hayli araştırma yaptım. Cevabı şöyle bulabildim; bu tarihi yapıların, sembollerin, efsanelerin, mitlerin benimle konuştuğunu keşfettim. Tarihi yapılarla aramda muazzam bir çekim ve iletişim var. Bu dili tarif etmemi isteseniz sanırım yapamam. Daha önce bu mitler içerisinde yaşamış, onları deneyimlemiş ve şu andaki düzlemde ise onları hatırlıyor olabilirim.
Teknoloji ve tarih arasında benim dünyamda ters bir korelasyon var. Tarih ve mistisizm ile bu kadar uyumlu olan benim, teknoloji ile ilişkisi ittire ittire devam ediyor.
İstanbul’u siz tarif etseniz onu nasıl anlatırdınız?
İstanbul olağanın çok ötesinde, tarifi olamayan bir yer. Eşsiz güzelliğinin yanı sıra baş döndüren bir büyüsü var. İstanbul’un üzerinde ilahi bir el var bence, ne zaman kurulacağına ya da ne zaman yıkılacağına kendisi karar veriyor. Tarih boyunca üç büyük yıkım görmüş İstanbul. Bildiğimiz -muhtemelen daha çok- üç büyük yapım ve inşa süreci görmüş. Medeniyetlerin geçiş güzergahı ve bilgi transfer noktası. Geçmişten geleceğe akan bir nehir gibi. Bu şehrin hafızası bildiğimiz zamanların çok ötesine dayanıyor. Ve bu hafıza nesillerden nesillere aktarılıyor. Ta ki son yok oluşa kadar. Bana sorarsanız İstanbul’un en sihirli yeri boğaz hattı. Uzunca yıllar öncesinde birleşik olan kara parçasının ilahi bir şekilde ayrılması ve boğaz hattının mucizevi şekilde oluşması en enteresan ve büyülü kısmı… Ve bu şehrin sahipsiz bırakılmayacak kadar değerli olduğunu düşünenlerdenim. Evliyaların koruduğu şehir. Bu korumayı tüm hücrelerime kadar hissediyorum.
İstanbul’un Kayıp Mührü’nde Kız Kulesi’ne dair birçok efsanenin altı çiziliyor. Size en yakın gelen Kız Kulesi hikâyesi hangisi, bizimle paylaşır mısınız?
Bana en yakın efsaneye İstanbul’un Kayıp Mührü’nde geniş bir şekilde yer verdim. Fakat özetlemek gerekirse; Apollon Tapınağı kahinleri yerleşmeleri için Megara halkına büyük sırların ve mühürlerin saklandığı bir yer işaret ediyorlar. Bu yer Kız Kulesi’nin tam karşısı yani Körler Ülkesi. Efsaneye göre Kız Kulesi’nin altında yatan mühürler ve sırlar şu ya da bu şekilde zarar görür ise şehir büyük bir yok oluşla karşı karşıya gelecektir.
İstanbul’un Kayıp Mührü’nün kahramanları Edwin, Mustafa, Eda ve Rüzgâr yaşlarına göre çok cesur kararlar alan gençler. Kurgudaki bu cesaret vurgusu istediğiniz bir şey miydi yoksa yazarken mi şekillendi?
Gençlerin cesur kararlar alabilmelerini çok önemsiyorum. Çünkü bizler çok kısıtlanan bir nesildik. Yasalar, günahlar-sevaplar ve kurallarla büyüdük. Sorgulayan gençler olamadık. Sorgulamak cesaret ile doğru orantılı. Krizler, savaşlar, doğal afetler; dramatik bir hafızamız var. Bu dramatik hafıza ister istemez bizim cesaretimiz kıran unsurlardı. Şu sıralar gençlerde gözlemlediğim ve desteklediğim bir olgu daha var, cesaretin yanında bir de ketlenmeyen merak duygusu. Karakterlerimi de bizim cesaret edemediklerimizi ve yapamadıklarımızı yapsınlar; sonuçları ne olursa olsun deneyimlesinler istedim.
Yazma eylemini hayatınızın neresinde konumlandırıyorsunuz?
Hayatımın merkezinde duruyor. Yerini başka bir uğraşa da bırakacak gibi durmuyor. Her satır, her cümle bir yaşanmışlığın sonucunu doğuran duygudan doğuyor. Yazıyla bütünleşen ruh yazmadan durmaz, bende de öyle…
İlk romanınız Dünyanın Uyanışı 2018, serinin devamı Dünyanın Uyanışı II 2020 yılında okurlarla buluştu. Şimdi de İstanbul’un Kayıp Mührü ile yeni bir maceranın kapısı aralanıyor. Aslında kısa zamanda birbirinden farklı hikayeler verdiniz okurlarınıza. Üretkenlik sizin için ne ifade ediyor?
Üç kitabım da aslında benzer türlerde. Akış ve kurgular farklı ama beslendikleri kanal çok benziyor… Üretkenlik zamanla şekilleniyor. Hep bir adım ilerlemeye sürüklüyor kalemi. Daha akıcı cümleler, daha belirgin karakterler, keskin bitişler ve başlangıçlar doğuyor arkasından. Zihnimde milyonlarca ihtimalin arasından Atiye’nin macerası, Edwin’in hikayesi belirginleşiyor. Ve kalem vaat ediyor; “Zaman aksın ben devam ederim yoluma,” diyor adeta. Ben de bu ruh haliyle ister istemez üretken hale geliyorum. Ben yapmıyorum; kalem ve kağıt yapıyor.
Kitaplarınızı her yaştan ve kesimden insanın elinde görüyoruz. Bu geniş perspektifi sağlayan nedir sizce?
Projem insan. İnsan olmak uzun bir yolculuk; doğmak, büyümek, gelişmek ve yolcuğu tamamlamak. Ben bu yolculukta tüm yaş guruplarına yani tüm okurlarıma yarenlik ediyorum. Herkesin anlayacağı dilden, kendilerini anlamaları için iletişim kuruyorum.
Hayatınız boyunca tek bir yazarın kitaplarını okuyacak olsanız, hangi yazarı seçerdiniz?
Friedrich Nietzsche olurdu sanırım.