03.09.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:
‘Otantik müzik kayboluyor, olan bu!’
Bu ay otobiyografisi yayımlanacak olan Kudsi Ergüner, "Modernizmi inşa etmeden Mercan Dede’ye bayılamazsınız," diyor. Sadece bununla kalsa iyi.
Öyle sözler ediyor ki... Okuyun anlayacaksınız!
BU aralar herkes dünya müziği yaptığını iddia ediyor. Söyleşiye bu "world music" meselesiyle başlayalım...
Şimdi iki tür dünya müziği var. Biri, Batı kültürünün dışında üretilen müziklerin kaynaklarını araştıran, yani en otantiğini bulup izleyiciye sunan dünya müziği. Bir çeşit deforme olmamış, otantik müzik arayışı. Aynı konu, anglosakson Amerikan üretimi içine geldiği vakit, aranılan, dünya müziğinin pop anlayış içinde geniş kitleye ulaştırılması. Dünya müziğinin ortaya çıkarttığı bazı müzikler kendi dünyalarında zaten dejenere oluyor. Örneğin Pakistan’da otantik müzik kendi ortamından çıkıyor, eskiden belli meclislerde dinlenilirken zamanla bir bakıyorsunuz aynı müzik düğünlerde çalınıyor ya da birinin evinde verdiği partide... Ve çalındığı o ortama adapte olması gerekiyor böylece müziğin bağlamı değişiyor. Yeni ortamının içerisinde müzik deforme oluyor. Değişime uğruyor. Bu müzikleri alıp ortaya koyduğunuz zaman zaten otantik müzik çoktan poplaşmış bir müzik olarak dünya müziği potasında yerini alıyor. Kaynağı ne olursa olsun, ikinci etapta başka bir şey oluyor. Öte yandan deforme olmamış müzik de deforme edilerek bugünkü ticari formata oturtturuluyor. Böylelikle dünya müziğindeki deformasyon daha da ileri seviyelerde çıkıyor. Suyu da böyle çıkıyor dünya müziğinin.
Böylesi bir deformasyonun kime ne zararı olabilir ki? Herkes istediğini dinlemiyor mu sonuçta?
Bence hata olan yeniden üretilen şeyin varolan kaynağı kurutup kurutmamasında. Onun üzerine oturup oturmamasında. Bu deformasyon, kaynağı görünmez hale getirdiği zaman zararlı oluyor. Yani ben plak yaptım, ney çaldım, davullar kullandım. Bu yaptığıma sırf ney kullandım diye tasavvuf müziği dersem eğer tasavvuf müziğinin bir kaynağı varsa benim yaptığım o kaynağı örter duruma geliyor. Benim anlayışım şu: Yeni müzikler tabii ki olacak. Olmalı da. Yaptığınız müziğin kaynağının dinlenilir halde olması lazım. Biz önce bunu yapmalıyız. Yeni müzikler dinler ve yaparken kaynakları da yaşatmalıyız.
Bu aralar mesela herkes tasavvuf müziğine merak salmış durumda. Bu sizce sevindirici bir gelişme mi?
Evet, tasavvuf müziği çok moda. Ancak baktığınız zaman çalınanların estetikleri yanlış. Bu estetik yanlışa insanlar alışıyor. "Aa, demek tasavvuf müziği buymuş," diyorlar. Daha sonra onu daha da rezil edecek müzikler yapılıyor. Dediklerim tasavvuf müziği için de geçerli. Bunun kendi estetiğinde nasıl çalınması, okunması gerekiyorsa önce bunu ortaya koymalıyız.
Türkiye’de otantik müziğimizle ilgili ne gibi yanlışlar yapıldı sizce?
Flamenko müziğinde mesela, kırık sesler vardır. Flamenko sanatçıları çoğunlukla detone seslerle doğru bir heyecanla şarkı okurlar. Siz bir gün derseniz ki "Bunlar yanlış sesle okuyorlar, bunlar şan dersleri görmeliler," o zaman ne olur? Şan derslerinden sonra okudukları ne operaya ne şana ne flamenkoya benzer. Türkiye’nin durumu da aynen böyle. Türkiye’de ne halk müziği ne de Osmanlı’dan kalan klasik Türk müziği yaşıyor. Son zamanlarda arabesk türküler halk müziği oldu. Onlarin birbirine karışımı arabesk oldu, Batı pop müziğini taklit eden Türk popu da araya sıkıştı. Halk müziğiyle fazla ilgilendik, berbat ettik. Sanat müziğiyle ilgilenmedik. Kendi haline bıraktık. Dejenere oldu. Halk müziğini nasıl berbat ettik? Bu bizim milli kültürümüz, bölgesel bir müzik dedik. Otantik müzikleri kendi bağlamından çıkartıp genelledik. Böylelikle otantik müzik kendi ülkesinde dejenere oldu. Bağlama çalan Egeli adamı alıp Karadeniz türküsü çaldırmak üzere radyoevine koyduğunuz zaman o adamın çaldığı saz Karadeniz sazı olmadığı için bölgeselliğini bozuyorsunuz. Her şey birbirine karışıyor. Karadeniz türküsü Adana’da okunuyor. Adana türküsü Kars’ta okunuyor.
Hep bir kavram kargaşasından bahsediyorsunuz. Bunu yaratan bu konuyla ilgili yeterli çalışmanın olmaması mı, yoksa resmi idelojinin işin içine karışması mı?
Şöyle... Bizde devlet korosunun okuduğu bir şarkı devlet korosu okuyunca klasik müzik oluyor, Muazzez Abacı okuyunca Türk sanat müziği oluyor. Neye benzedi? Osmanlı askerine pirinç lapası yaparlarmış, içine sirke dökerseniz salata, tuz koyarsanız ana yemek, şeker koyarsanız tatlı diye yiyorsunuz. Müziğin kendisi, repertuvarı belli. Bunu nasıl yorumlarsanız o ortamın müziği olur. Ama belli bir klasifikasyon yok. Her şey aynı potanın içinde, insanların kafasında böyle bir ayrım yok. Mercan Dede’nin yaptığı müzik de tasavvuf müziği, Ahmet Özhan’ın yaptığı da, ben bir yerde ney çalarsam da tasavvuf müziği. Halbuki hiç alakası yok.
Tam olarak kim gerçek tasavvuf müziği yapıyor peki?
Bu bir soyutlama müzik değildir. Repertuvarı, üslûbu bellidir. Eğer otantik bir şekilde çalıyorsanız, üslûbuna uygun, tasavvuf müziği denir.
Mercan Dede’nin yaptığı nedir?
O yeni bir müziktir. Tasavvuf müziğinin repertuvarı bellidir. İsimlendirme yanlış. Dinleyen varsa, benim sorum ne zaman, nasıl ve neyi tasavvuf müziği diye adlandırmalıyız? Bizim çaldığımız peşrevler var. Bir de son dönemde yapılmış eserler var. Form aynı. İçerik itibariyle estetik farklı. Bunları da birbirinden ayırmak lazım. Niye ben klasik Batı müziği dinleyeceğim diye çağdaş müzik dinleyeyim? Caz içinde nelere ayrılıyor? Pop caz, füzyon caz var, klasik caz var. Bunları ayırabiliyoruz. Aşağı yukarı farklarını biliyoruz. Ahmet Özhan’ın Tarihi Türk Müziği Korosu diye bir korosu vardı. İnsanlar geliyorlar tarihi türk müziği dinleyeceğim diye. Bir bakıyorsunuz çalınan çok seslendirilmiş bir ilahi. Şimdi dinlediğiniz Tasavvuf Türk müziği mi? Tarihi Türk müziği mi? Yeni Türk müziği mi? Yeni bir bestecinin eseri mi? Belli değil. Sorun burada.
Buna postmodern Türk müziği desek?
Ucuz bir kılıf oluyor. Modern olanı görmemiz lazım ki bu da post’udur diyebilelim. Problemin temelinde kaynaklar var ama kaynaklar kendi estetiğinde doğru bir şekilde çalınmalı, kaydedilmeli. İnsanlar kıyaslayabilsin, bundan şu çıkmıştır, bundan bu diyebilmeli.
Kaynaklar doğru şekilde çalınmadığı için mi arabesk müziğin üstüne hep gidiliyor, tartışılıyor hâlâ?
Bence arabesk Türkiye’nin yaşayan tek gerçek kültürü. O yaşayan kültürün bir kentleşmiş köylü realitesi var. Büyük şehirlerde üçüncü nesil olmuş göçmenler var. Bütün yaşamın içerisinde mobilyasından, müziğine bütün bir yaşam şekli var. Böylesi bir kültürün yaşamamasını isteyemezsiniz. Ve yaşayan bir kültür olduğu için Türkiye’nin öğrettiği en değerli sanat. Bugün klasik Türk müziği dediğimiz olay gayet yapay bir kültürdür. Hiçbir realitesi yok. Halk müziği de yapay bir kültür. Kendi verilerinden, kendi orijinalitesinden uzaklaşmış bir kültür. Ben hoşlanmıyorum diyebilirsiniz.
Güzel - çirkin meselesine gelelim isterseniz. Biz çoksesli müzik çok şahane bir şey, tek sesli müzik çok çirkin düşüncesiyle büyüdük. Korolar iyidir, tek başına fasıllarda söylenen müzik kötü müdür gerçekten?
Cumhuriyetin başından beri bir soru var. Yeni Türk ulusunun müziği ne olacak? Devlet sorunu bu bir dönem. Ne olmalı? Birileri "Biz Batı müziğine adapte olmalıyız, ivedilikle" diyor. Bu ilk çözüm. İkinci alternatif, halk müziğinin araştırılması, çok sesli hale getirilmesi. Adnan Saygun Köçekçi’yi alıyor mesela Batı formuna sokuyor. Osmanlı dediğimiz müzik de müziktir, diyenler, bunu da biz halk müziğine yaptığımız gibi çok seslendirelim, müziğimize bir katkı olsun, diyorlar. Çok sesli korolar yapılıyor, Itri okunuyor bu korolarda. Bir başka yanlış. Itri’yi çok sesli yaparsan yap ama bırak da birileri Itri’yi olması gerektiği gibi çalsın. Yani iyi kötü diye bir konu yok aslında. Sadece yaşatılması gereken biçimler, formlar ve müzikler var. Yeni müzikler bunların devamı gibi ortaya çıkıyor. Otantikzm kayboluyor. Olan bu.
İletişim Yayınları bu ay sizin otobiyografinizi basmaya hazırlanıyor. Otobiyografinizi yazmaya nasıl karar verdiniz?
(Tam bu sırada Kudsi Ergüner’in eşi Arzu Açan Ergüner atılıyor... Fransızca olarak kaleme alınan kitabın çevirisi Arzu Açan Ergüner’e ait.)
A.A.E: Kudsi 50 yaşında ama 500 yaşında gibi. Bu kitap iki yıl önce Fransa’da Le Bois de L’Orion Yayınevi’nden çıktı. Aynı yayınevi "Bektaşi Hikâyeleri"ni basmıştı. Ve Kudsi’nin hayatını yayımlamak istedi. Kitap "La Fontaine De La Seperation" adıyla çıktı. Çocukluğunu, annesini, babasını gençlik yıllarını anlatıyor. Bu kitabın Fransa’da çıktığını gören değerli dostumuz Vivet Kanetti, kitabı aldığı gibi İletişim Yayınları’na götürdü. Ben de kitabı "Ayrılık Çeşmesi" ismiyle Fransızca’dan birebir Türkçeye çevirdim.
Nasıl bir çalışma oldu bu sizin için?
K.E: Çok ilginç. Sonuna denemelerimi de koydum. Sufizm ve hayatla ilgili bir kitap olduğu için Fransa’da çok ilgi gördü. Ama o kitabın içinde denemelerim yer almıyor. Türkçe baskısında müzikle ilgili çeşitli konulardaki fikirlerimi içeren yazılarım var. n A.S.