12.09.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Egemen Limoncuoğlu - Galler’in güneyinde, başkent Cardiff’in de kuzeyinde, adı endüstriyel faaliyetlerle anılan, madecilikle haşır neşir bir kasaba Blackwood. Kasabanın Gal dilindeki orijinal adı: Y Coed Duon. Gal diyârındaki yer adlarının Llanfair Pwllgwyngyll gibi telaffuz kavramını kan ter içinde bıraktıran sessiz harf cümbüşü kelimelerden oluşma geleneğini düşünürsek, Y Coed Duon epey hafif sıklet ve kolay kalıyor. Blackwood, Gal Milli Marşı’nın bestecisi Evan James’in memleketi aynı zamanda. Ama müzik dünyası için esas önemli özelliği Manic Street Preachers’ın 35 sene evvel burada kurulması.
Amerika’dan gelenleri grunge, İngiltere’den çıkanları da Brit-pop başlığı altında, biraz da kolaya kaçarak topladığımız grupların her gün bir yenisini dinlediğimiz, gitarlı müzik adına çok hareketli günlerin yaşandığı 1992’de Y Coed Duon’lu (telaffuza takılmayalım) Manic Street Preachers da ilk albümü “Generation Terrorists” ile arzı endam etmişti. Nicky Wire’ın frapan, glam rock hali, Richey Edwards’ın punk çağında Sid Vicious’la aşık atacak bıçkınlığı, James Dean Bradfield’in sesi ve davul setinin başında, The Rolling Stones’un kaybettiğimiz davulcusu Charlie Watts’ı andırır biçimde diğerlerinin dağılmasını engellemek üzere sakinliğini her daim koruyan Sean Moore. Bu dört genç adam, provokatifti, eğlenceliydi, sözlerini sakınmak gibi bir huyları olmadığı gibi özellikle damara basmaktan hiç çekinmiyordu. Müzikal manada bir devrim ihtiva etmese de tavır ve sözler açısından gayet vurucuydular. Hani o sahnelerde görmek istediğimiz hareketlerden yapıyorlardı. Kapitalizme tekme tokat girişmek mi? Mevcuttu albümde. Yetişkin filmler yıldızı Traci Lords’la bir düet? O da vardı albümde. Tek sorun, Richey Edwards’ın yaratıcılığını, kendini fazlasıyla hırpalamasıyla beslemesiydi. Koluna jiletle “4 Real” (gerçek, sahici) harflerini kazıması ‘imza hareketi’ olmuştu. Pink Floyd’un Syd Barrett’la yaşadığının bir benzerini Manic Street Preachers da Richey’le yaşadı. O yaratıcı zihin bir gün ortadan kayboldu. 27 yaşındaydı. İngiliz basını mevzuyu epey kurcaladı. Yıllar boyu. Nihayetinde, bu noktada Syd Barrett’tan ayrılıyor, 2008 senesinde ölü kabul edildi Edwards.
Sustukça sıra sana gelecek
Aynı okula gittikleri, birlikte büyüdükleri Richey Edwards’ın ortadan kayboluşuyla yola bir üçlü olarak devam etti Manic Street Preachers. “The Holy Bible”, 1994 senesinin en takdir gören işlerinden biri olmuştu. Richey ile yaptıkları son albümdü. İki sene sonra “Everything Must Go” ile ilk bir kişi eksik kadro albümleri geldi. Yön değiştirmişler, punk haller azalmış, melodiler kuvvetlenmiş, büyük prodüksiyon orkestrasyonlar devreye girmişti. Ki bu halleri grubun günümüze kadar olan kariyerini de tanımlayan düzeni oluşturdu. Fakat, Nicky Wire’ın entelektüel referansları bol, hayata soldan bakan, tatlı melodilere yerleştirilmiş eleştirileri baki kaldı. Kâh yürek teli titrettiler ‘kalbimden güneşi çaldın’larla, kâh ‘susma sustukça sıra sana gelecek’ dediler.
Cuma günü çıkan 14 sırt numaralı Manic Street Preachers albümü “The Ultra Vivid Lament” de son 20 senelik Manic Street Preachers ritminde. İki türlü MSP albümü var, ve bunlar periyodik olarak zuhur ediyor. Biri ilk zamanlarını hatırlatan sertlikte ve çok kolay içine giremediklerimiz, diğeri de tatlı pop melodileriyle bezeli sizi hemen içine çekenler. 14. albümleri ikinci türde olanlardan. Tatlı melodiler, büyük nakaratlar ve rahatça dile dolanacak sözler içeriyor. “Orwellian”, ismiyle müsemma, Twitter çağında günde üç öğün bahsi geçen Orwell tahayülü bir dünyadan hareket ediyor mesela. “Nereye bakarsan bak, gelecek geçmişle kavga ediyor, kitaplar yanmaya başlıyor, kelimeler savaş çıkarıyor, anlamlar kayıyor, insan makineler bizimle dalga geçiyor” diyorlar. Bir pandemi albümü, fakat pandemiden bahsetmekten uzak duruyor. Yaşam ve ölüm arasındaki çizginin bulanıklaşmasına takıyor kafasını. Nicky Wire’ın anne ve babasını, arka arkaya kanserden kaybetmesinin de izlerini taşıyor.
Manic Street Preachers 25 senedir, bazen daha çok, bazen daha az, fakat her halûkarda bizde de sevilen ve takip edilen bir grup oldu. Geçmişten yadigâr güzel anılar olarak kalan büyük açık hava festivallerimizde gelip sahne aldılar. “The Ultra Vivid Lament” de belki önümüzdeki sene İstanbul’a yollarını düşürmek için güzel bir vesile olur.
Gubun ilk adı Betty Blue idi.
Bizzat Fidel Castro’nun davetiyle Küba’da bir konser verip, Havana’da sahne alan ilk İngiliz grup oldular.
Richey Edwards 1995’te ortadan kayboldu. Fakat grup hâlâ onun adına açılmış bir hesaba şarkılardan gelen telif haklarını yatırmaya devam ediyor.