12.07.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Birkaç gün önce beni ayakta alkışlayan Amir, şimdi işler ters gidince beni yüzüstü bırakmaya hazırlanıyordu. Bir de işi üzerime yıkıyordu; sanki işin suçlusu, sorumlusu benmişim gibi. Daha dün adamın gözaltına alınması kararını birlikte almıştık. Şimdi sanki o sözleri kendisi de hiç söylememiş gibi davranış içerisine girmesi beni gerçekten yaralamış ve üzmüştü. Zoru gördü mü kaçan tiplerden oldum olası haz etmezdim. Kimseye güven kalmamıştı. İnsan amirine de güvenemezse kime güvenecekti bu meslekte? Sap gibi ortada bırakılmış hissediyordum kendimi. Moralim de sıfır olmuştu.
***
“Biliyorum amirim, adamın ağzından laf almaya, hiç olmazsa cinayeti itiraf etmesini istiyordum sadece…”
“Adam katil belki, ama hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz Ayvaz. Maalesef yasalar elimizi kolumuzu bağlıyor.”
“Ne yapacağız şimdi?”
“Bana soracak olursan sen takip etme bence, adam sana gıcık olmuş, kafayı da takmıştır mutlaka, sen gidersen senin olduğunu anlayacaktır. Adamlarını çoktan ayarlamıştır etrafı kolaçan etmeleri için.”
Artık bu iş dayanılmaz hale gelmişti. Amir beni resmen “Artık karışma sen!” der gibi saf dışı bırakmaya çalışıyordu. Niyetinin beni dışlamak olduğunu sanmıyordum ama çabuk etki altında kalıyordu. Rüzgara karşı anında yön değiştirmesi pek sorumlu bir davranış gibi gelmiyordu bana. Amir dediğin her ne olursa olsun çalışanının arkasında duran, durabilen, o bir hata yaptıysa da onu birlikte göğüslemeye çalışan, kişilikli bir davranış sergilemeyi iyi bilen biri olmalıydı.
“Benim de canıma minnet zaten. Ne hali varsa görsün adi herif. Geberirse gebersin umurumda değil, ben çıkıyorum.”
Çıkmadan önce amir, Ömer Akbaş’ın evinin önüne ne olur ne olmaz diye Ali’yi tek başına gönderecekti. Bir de ekip arabası ayarlayacaktı. Ekip aracı, evin çevresini yarım saatte bir kontrol edecek, etrafta tur atacaktı. “Siz bilirsiniz, iyi olur,” deyip dışarı çıktım. Çıkmadım adeta kendimi attım. Derin bir nefes aldım. Kurşunu yediğim sol omuzum da çok feci ağrımaya başlamıştı. Çünkü hapımı almayı unutmuştum. Kendimi ihmal etmiştim. Oysa yaram hala sızlıyordu ve ben hala yaralıydım. Ama hiç bugünkü gibi yaralandığımı, küçük düştüğümü anımsamıyordum. Hem acımasız bir katil tarafından hem de amirim tarafından. Adam beni anında satmıştı. Kendimi bir kez daha, ama bu kez sırtımdan vurulmuş hissediyordum. Bu işler böyleydi işte. Bir hata yaptığınızda hemen sizi gömmeye hazır akbabalar, etrafınızda uçuşmaya başlıyorlardı.
Eve gidip ılık bir duş alıp dinlenmek en iyisiydi. Sabahtan beri bir şey yememiştim ama açlık hissetmiyordum. Belli ki yaşadıklarım iştahımı kesmişti. En iyisi güzel demlenmiş sıcak bir çay, hafif bir kahvaltıydı. Ve yine bir film keyfi…
Yarıda bıraktığım dizilerden birini izlemek iyi gelebilirdi. Belki bugünkü hezimeti hemen unutturacak adrenalini yüksek sıkı bir film bulabilirsem çok daha iyi olabilirdi.
15 Kasım Cumartesi
Sabah susmak bilmeyen telefonun sesiyle uyandım. Saat sabah beş buçuğa geliyordu. “Hayırdır!” deyip açtım. Arayan Ali’ydi. Bir terslik olduğu kesindi. Tahmin ettiğim şey miydi acaba?
“Komiserim maalesef Ömer Akbaş, kahyası Kasım ile birlikte evinde öldürülmüş.”
Ali nefes nefeseydi. “Ne diyorsun? Cinayet mi?”
“Evet komiserim, size haber vereyim dedim.”
“Katil?”
“Kayıp.”
“Tamam, hemen geliyorum.”
“Allah kahretsin!” deyip yataktan fırladım. Ama omzumda müthiş bir sancı beni olduğum yere mıhladı. Biraz bekledikten sonra daha yavaş hareketlerle giyinmeye başladım; ani hareketler yapmamalıydım. Bazen omzumda bir kurşun yarası olduğunu unutuyor, normal hareket etmek istiyordum. Ancak ağrı beni anında durduruyor ve hemen yaralı olduğumu anımsatıyordu. İlaç almak için sallama çayla hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra çıktım.
***
Bodrum’a doğru yol alırken, nasıl oluyor da bu kadar korumalı, üstelik polis tarafından da sürekli gözetlenen bir evde, iki cinayet birden işlenebiliyordu ve kimse duymuyordu diye düşündüm. Gerçekten anlamak zordu. Katili neredeyse bu kadar temiz iş çıkardığı için tebrik edecektim. Ali’ye detayları sormadım ama katilin yine aynı kişi olduğundan hiç şüphem yoktu. Katil, bizden bile daha sabırla ve sessizce beklemiş ve dersini de çok iyi çalışmıştı. Nasıl bu kadar soğukkanlı hareket edebiliyordu anlamak mümkün değildi. Bir insanı alıp bir katil yapmak için özel olarak eğitsen, bu kadar soğukkanlı olamaz gibime geliyordu. Sabah sekiz buçuk civarında Bitez’deki malikaneye geldiğimde, polis araçları ve Olay Yeri İnceleme’nin minibüsü yolun yarısını neredeyse kaplamıştı. Evin önüne “Olay Yeridir Girilmez” şeritleri de çekilmişti. O kadar çok Netflix filmi izlediğim için birden gerçeklik duygusunu yitirmiş, kendimi koltuğumda bir film sahnesi izliyor gibi hissetmiştim.
Bizim ekipten Seza Komiser, Zühre ve Ali evin önünde Olay Yeri İnceleme’nin çalışmasının bitmesini ve muhtemelen de benim gelmemi bekliyorlardı. Bu arada Sezai Başkomiser de aramış, olay yerine gittiğimi öğrenince sadece, “Bana da bilgi ver Ayvaz,” diyerek kısa kesmişti. Belli ki canı sıkılmıştı. Muhtemelen fırçayı yiyecekti. Çünkü Ömer Akbaş’ın sert tutumuna ve tehditlerine karşılık gereken cevabı verememişti. Vermesi gereken cevap en azından, “Siz bizim işimize karışamazsınız, yoksa sonuçlarına katlanırsınız,” demekti. Umarım bu tutumunun sorumluluğunun farkındaydı. Ya da yine sorumluğu başkasının üzerine mi atacaktı? Yine kendini tereyağdan kıl çeker gibi çekip çıkaracak mıydı?
ARKASI YARIN...