21.06.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
“Çünkü içlerinde en büyüğü ve en zengini odur. Toprak sahibiymişler. Ayrıca atalarının kökeni Osmanlı Sarayı’na değin uzandığı için de soylu olduğunu söylermiş. Hatta devşirme falan olduklarını da laf arasında anlatmış yanılmıyorsam. Dediğim gibi onu hiç tanımıyorum ve hiç görmedim bugüne kadar. Aklımda kalanlar bunlar. Askerde bunların dördü bir şekilde bir araya gelmişler. Adını anımsamadığım kişinin ise kısa dönem askerlik yaptığını söylemişti Orhan. Sonra sözleşmişler ve sivil hayatta Bodrum’da buluşup bir ortaklık kurmuşlar. Ama ortaklıkları kısa sürmüş. Bir arazi anlaşmazlığı yüzünden araları açılmış, sonra hepsi birbirinden ayrılıp kendi yollarına gitmişler. Bodrum’u da parsellemişler. Müteahhit olarak hepsi ayrı bir beldede iş yapıyorlardı. Şevki ile Orhan nadiren de olsa görüşüyordu. Metin kopmuş önceden. Diğer ortak ise hiç görüşmüyormuş, tamamen ayrılmış bunlardan. Hatırladıklarım bunlar.”
***
“Bu ismi mutlaka hatırlamanız lazım, çok önemli bizim için.”
“Valla belki hatırlarım, ama düşünmem lazım. Hatırlar hatırlamaz size iletirim.”
Zühre hala anlatılanların etkisindeydi.
“Bu durumda en değersiz kişi Orhan mı oluyor içlerinde? Sinek, köylü olduğu için aşağı sınıfı mı temsil ediyor?”
“Dediğim gibi aslında Orhan bununla, yani köylü olmasıyla övünürdü. Ama işin gırgır olduğunu söylerdi. Yani bunu ciddi olarak değil de aralarında bir tür şaka, bir espri olarak konuşmuşlar diye biliyorum.”
Avni’nin telefonu çalınca, “İzninizle!” diyerek ayağa kalktı ve biraz uzaklaştı. Bunu fırsat bilip, “O zaman dördüncü kişi önem kazanıyor Zühre,” diyerek fısıldamıştım. “Umarım hatırlar ve bize bir an önce bildirir.”
“Evet gerçekten hatırlarsa ve tabii o kişi hala hayattaysa. O zaman belki bu muammayı da çözmüş oluruz komiserim. İyi bir ipucu yakaladık sanırım.”
“Belki de katil kupa asıdır, yani o dördüncü kişi. Hayattaysa neden olmasın.
Avni’yi sıkıştıralım. Mutlaka hatırlamasını sağlayalım.”
“Başka da bilen yokmuş bu meseleyi, çok ilginç.”
“Evet, maalesef.”
Heyecanlanmıştım, bir şeyler elde edecek gibiydik. Siteden ayrılmadan önce paşaya kısa bir nezaket ziyareti yapıp, içeri girmeden kapıda bilgi verdik. Avni Fişekçi ile görüştüğümüzü, birtakım işe yarar bilgiler edindiğimizi, soruşturmanın devam ettiğini söylemiş, yardımlarından ötürü de teşekkür etmiştik. Paşa çok memnun olmuştu ve her zaman bir bilgi edinir edinmez bizi mutlaka arayıp haberdar edeceğini belirtmişti. Zühre’yi Turgutreis’te bırakmıştım. İzin isteyip, bir işi olduğunu, bir yere uğraması gerektiğini söylemişti. Fazla sormadım, kadınca bir ihtiyaç olabilirdi. Ben de Ortakent’teki Metro’ya uğrayıp lokantasında bir şeyler atıştıracaktım. Saat üçe geliyordu ve sabahtan beri bir şey yememiştim. Yemekten sonra Seza’yı aradım. Takibe devam ettiğini, David’in evden çıkıp alışverişe gittiğini, sonra tekrar eve döndüğünü anlattı. Sonra büroda bulunan Güzide’yi aradım ve bir şey olup olmadığını sordum. Bir şey olmadığını, araştırmaya devam ettiklerini, Ali’nin hala hasta olup evde dinlendiğini söyledi. Amir’in bir kez yanına gelip “Ne var ne yok, yeni bir gelişme var mı?” diye sorduğunu, bir şey olmadığını anlayınca “S…tir!” çekip odasına gittiğini de ekledi. Artık büroya dönmek istemiyordum. İçimden gelmiyordu. Zühre’yi arayıp mandalina uzmanı Sedat Girit’in adresini istedim. Adresi Bitez’deydi. Bitez de yolumun üzerindeydi. Muhteşem koyu ve araziyi kaplayan mandalina bahçeleri ile maviyle yeşilin birleştiği en güzel köşelerden biriydi Bitez yarımadada… Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısındaki gibi, sadece gökyüzü, sadece deniz…
Eve bir göz atmak istiyordum. Mandalin Caddesi’ndeydi adres. Bahçe büyükçe bir bahçeydi ve mandalina ağaçlarıyla doluydu. Bakımlı, turuncu, iri sulu mandalinalar, ağaçlarda sanki birer yılbaşı lambaları gibi ışıl ışıl parlıyordu. Bahçenin ortasında iki katlı Bodrum tipi bir ev vardı. Beyaz badanalı, mavi pencereliydi. Ahşap dış bahçe kapısı kapalıydı. Bir aralıktan göz attım; bahçede kimse yoktu.
Ama iki yıldır olmayan ve yalnız yaşayan biri için bahçenin bu kadar bakımlı olması biraz tuhaf bir durumdu. Yan taraftaki evde bir adam görmüştüm. Bahçesiyle ilgileniyordu. Sedat Girgin’i arıyorum, adresi burasıymış,” dedim.
***
“Onun arayanı çok ama o ortada yok. Siz kimsiniz?”
“Eski bir arkadaşıyım,” dedim. Polis olduğumu söylemek istemedim.
“Sedat uzun süredir, bir yıldan fazla oldu, ortalıkta yok söylediğim gibi…”
Elimle bakımlı bahçeyi göstererek, “Peki bu bahçeye kim bakıyor?” diye sordum.
“Bir kişi gelip bakıyor. ‘Sedat nerede?’ diye sorduğumda bilmediğini söylüyor. Birisi telefon edip bahçeye kaça bakacağını sormuş. O da bakım ücretini söylemiş, sonra anlaşmışlar. Adamın bildiği bu. Buraya bakan adamın adı Ahmet. İyi bir mandalina yetiştiricisi. Aslında Sedat’ı da tanır. Hatta ara sıra Sedat’a yardımcı olmak için gelirdi.”
“Nerede bulabilirim bu Ahmet’i?”
“Emin değilim ama Gürece tarafında oturuyor galiba.”
“Telefonu var mı?”
“Bende yok.”
“Soyadını biliyor musunuz?”
“Maalesef bilmiyorum. Sedat’ın bir kuzeni var, o da gelip ilgileniyor zaman zaman. Adı Burak Girit. Amcasının oğlu olur. Onda Ahmet’in telefonu vardır.”
“Peki Burak Girit’i nasıl bulurum?”
“Onun da telefonu yok. Ama Burak Gümbet’te oturuyor. Ancak defterimde ev telefonu olabilir. Bana biraz müsaade ederseniz, eve girip bir bakayım.”
“Zahmet olacak, teşekkür ederim.”
ARKASI YARIN...