KULİS
On beş yıl önce göreve başladığında tanınmış bir profesördü. Henüz ortada olmayan bir
okul için çağırmışlar, o da koşarak gitmişti. Sıfırdan başladığı bu eğitim kurumunda bir mucize gerçekleştirdi. Aynen Atatürk'ün Almanya'dan kaçan Musevi bilim adamlarını Türkiye'ye çağırması gibi, dağılan sosyalist bloka ilanlar vererek makul fiyatlara inanılmaz değerli sanatçıları Ankara'da topladı. İtalya, Almanya, Romanya, Bulgaristan, Rusya vd. ülkelerin sanatçıları. Böylece Türk çocukları Oistrach'ın öğrencilerinden birinci elden keman dersleri almaya başladılar. 12 ülkeden topladığı 140 sanatçı başta kendisi olmak üzere birkaç şapka taşıyorlardı. Sabah Bilkent Sahne Sanatları Fakültesi'nde ders veriyor, öğleden sonra konser provaları yapıyor, akşamları yeni konser salonlarında Ankaralılar'a unutulmaz konserler veriyorlardı. Okul kapanınca da Anadolu'ya koşuyorlardı. Her yaz 10 bin kilometre yol katederek 57 kent dolaştılar. Türkiye'de herkes onlardan mucize diye bahsetmeye başlamıştı. Hatta Deniz Adanalı iyice coşmuş, radyo programında bu genç topluluk için "efsanevi" demişti. Anadolu'da, Şırnak'ta konser vermelerini eleştirenler, Doğu'nun böyle kalkınmayacağını iddia edenler de oldu (İstanbul Festivali'nin ilk yıllarında da bu tür seçkincilik saldırıları olmuştu). Ama onlar yılmadılar, gazetecilerin bile gitmediği yerlere gitmeye devam ettiler. Dahası işi iyice ileri götürerek müzik okulunu ana okuluna ve ilkokula indirmeyi başardılar.
Son iki yılda buraya Doğu'dan yetenekli çocuklar da gelmeye başladı.
140 Steinway piyano
Mutat ziyaretlerimden birinde New York'un ünlü Juliard'ından Ankara'nın Bilkent'ine geçmek isteyen bir Amerikalı müzisyen ile Almanya'dan gelmek isteyen bir kemancı ile tanışmıştım. Hangisiydi hatırlamıyorum ama: "Dünyanın tersine gelişme gösteren tek yeri Bilkent. Her yerde orkestralar ya küçülüyor ya kapanıyor, burada önlenemez bir şekilde büyüyor, gelişiyor" demişti.
Gerçekten de Bilkent Sahne Sanatları Fakültesi temizliği ile mucize idi. Dünyanın çok az okulunda olan, Türkiye'de başka hiçbir yerde olmayan 100'ü Steinway, 140'ı aşkın piyano pırıl pırıl parlıyordu. Yukarıdan aşağıya doğru yayılan sinerji hepsini öyle pozitif etkilemişti ki, temizlikçinin tek bir parmak izine bile tahammülü yoktu. Yani sürreel bir durum söz konusu idi. Bilkent Senfoni Orkestrası bazen şaşırtıyor, bazen de güldürüyordu. Örneğin Anadolu turneleri, çadır tiyatrosu gibi gittikleri yere beyaz plastik sandalyeler taşımaları, portatif sahne kurmaları, otel olmayan kentlerde sürünmeleri, dağda ya da vadide çalmaları, hem de buralara dünya çapında solistler götürmeleri ben çok güldürüyordu. Hatırlıyorum bir gün Göreme'deki bomboş Kelebekler Vadisi'ni birden doldurmuşlar, takım taklavatları ile bir güzel yerleşmişler ve turistlerin şaşkın bakışları arasında çalmaya başlamışlardı. Melodi etrafa yayıldıkça fareli köyün kavalcısı gibi herkes oraya akın etmeye başlamış, ağaçlar bile dolmuştu. Ama en çok Aspendos konserlerine gülüyordum. Ses yapılmasın, gürültü çıkarılmasın diye kapının önünde simitçi kovalayan gri takım elbiseli yakışıklı bir dekan görmek beni mahvediyordu. Tuvalet bekçilerinin, gözlemecilerin "Carmina Burana'ya bu kadar adam gelirse yarın hiç iş yapamayız" muhabbetlerine bitiyordum...
Galiba her şey fazla güzeldi, öyle kalamazdı. Kalmamalıydı. Neticede burası, çok gülünce ağlayacağımızı düşünen bir ülkeydi. Sıfırdan başlayıp, Chopin Yarışması açınca tüm dünyadan talep bombardımanı altında kalan bir kurum haline gelmiş, bir mucize gerçekleştirmişti. Bu dekan fazla olmuştu. Önce ödeneklerini kıstılar, sonra da boğazını. Prof. Ersin Onay geçtiğimiz hafta istifa etti. Neler oluyor diye sorduğumda "Piyanoya çok küçük yaşta başlamıştım. Babam eve ne zeman bir misafir gelse bana piyano çaldırırdı. Bazen bu işten hiç anlamayan adamlara da. Ben de çok üzülür en kısa partisyonu seçer, anlaşılmadığımı bildiğim için iyice kahrolurdum. Şimdi de anlaşılmadığımı hissettim ve kahroldum" demekle yetindi.
Önce Gün, sonra Onay
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye'de operanın ve festivallerin kurucusu Aydın Gün'ün 84 yaşında ülkeyi terk ettiğini yazdım. Ne Türk basınından ne de 50 yıldır sahneye koyduğu binlerce eseri izleyen müzikseverlerden tık gelmedi. Tarkan'ın Türkiye'ye gelmesi ile bunca ilgilenen necip Türk basını Aydın Gün'ün gitmesi ile hiç ilgilenmemişti. Oysa bu şehirde yaz mevsimi, onun festivalleri ile şendi. Ayrıca Ebru Şallı Türkiye'yi terk etse yer yerinden oynayacaktı.
Şimdi, eğer Ersin Onay'ın gidişine de ilgisiz kalınırsa, Türklerin gerçekten iyi bir şey hak etmediğine, çocuklarına bırakacakları kaliteli bir şey de kalmayacağına karar vereceğim.
Yıllandıkça güzelleşen bir oyuncu
New York aynı anda yüzlerce önemli sanat etkinliğinin sahnelendiği bir kent. O yüzden ikrah getirip hepsinden kaçabilirsiniz de. Ben Jackson Pollack'ın sergisi dışında aktif seyircilik yapamadım. Ama aklım, sokaklarda üstünüze üstünüze gelen iki afişte kaldı. Biri Vanessa Redgrave'in, diğeri de tümü eşcinsel bir cast tarafından sahnelenen "Kuğu Gölü" idi (İkincisi sanırım bu yıl Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'ne çağrılacak.)
Vanessa Redgrave, Amerikan sanat çevrelerinde "bigger than life" bir tip kabul ediliyor. Çevresine müthiş bir güç ve güven yayıyor. İki ünlü oyuncunun çocuğu olarak dünyaya gelişini sahneden Laurence Olivier duyurmuş. "Hamlet"in sonunda selamını verdikten sonra "Bu akşam büyük bir sanatçı dünyaya gözlerini açtı" diye bağırmış. Küçük Vanessa da onu mahçup etmedi. Kırk beş yıllık sanat yaşamında aralarında ("Julia" ile) 1977'de aldığı Oscar dahil sayısız ödül bulunuyor. Cleopatra'dan, Bernanda Alba'ya neredeyse tüm dramatik kadın rollerinde oynayan Redgrave bugün 62 yaşında ve Amerika gibi her şeyin hızla tüketildiği bir ülkede bile hala baştacı.
Sanatsal yaşamı kadar siyasi yaşamı ile de dikkat çeken Redgrave (bu özelliğini sosyalist babasından almış) 60'larda Vietnam, 70'lerde İsrail - Filistin savaşına karşı çalışmıştı. Geçen yılı Balkanlar'da geçiren İngiliz sanatçı bu yıl da UNICEF adına Arnavut gençlere yardım kampanyaları düzenliyor.
Salt ahlaki ve sanatsal olarak değil, fiziksel olarak da çok cazip ve çekici olan Vanessa Redgrave, kızları Joel ve Matasha Richardson ile rolleri değiştirmiş: "Ben hiç alışverişe çıkmam, beni onlar giydirirler" diyor.
O yüzden bu sıralarda üstünde Max Mara markalı bir takım bile görebiliyorsunuz. New York'ta yabancılık yaşamanıza imkan yok. Köşeyi dönüp dost, sevgili bir yüzle, "Julia"nın Vanessa'sı ile karşılaşabiliyorsunuz!
Bir olaydır gidiyor...
CNN Türk’te Rana Pirinççioğlu, Esin Maraşlıoğlu ile fotoğrafçı Nihat Odabaşı’nı ağırlıyor. Konu, Maraşlıoğlu’nun “Vizyonödaki fotoğrafları. Maraşlıoğlu fotoğraflarından olay diye bahsediyor. Bu fotoğraflar olay olmuş, çünkü bu statüde bir kadın ilk kez soyunuyormuş. “Olay"ın diğer kahramanı Odabaşı da bu olaydan ve diğer olaylarından bahsediyor. Sonra kahramanlarımız çocukluklarına flash - back yapıp, baba “olayıöna giriyorlar; Maraşlıoğlu bu sefer ailesinin statüsünden bahsediyor. Zaten kendisini başlı başına bir olay kabul ediyor. Kadının zırvalığından ağzım açık kalıyor. Babası zengin, kendisi güzel, elinden dikiş geliyor. Burada olay olan ne? Olay olacak ne yaptınız? Dünya sizi tanır mı? Türkiye sizi bilir mi? Olayınız kaç bin kişilik? Statünüz ne? Gazetelerde fotoğrafınız çıkması, dükkanınızın olması mı? Statü toplum tüzüğüdür, sizin bu tüzükte bir yeriniz var mı?
İşte olay bu
Program boyunca ağzımı kapatamıyorum. Odabaşı alıyor, diğeri bırakıyor. Bunların, kendisini afrodit zanneden Banu Alkan’dan ne farkı var? Kendilerini var - sayarak düşlerinde yaşıyorlar. Zaten ülkenin neredeyse yarısı toplumsal kimlik olmak derdinde. Şarkıcılar, modacılardan sonra gazeteciler de bu toplumsal kimlik olma olayına kaptırdılar kendilerini. Yakında gazetelerde muhabir kalmayacak.
Haber yapmak unutuldu. Biraz esprisi olan bütün küçük kız ve oğlanlar “Perihan Mağdenöden neyimiz eksik şeklinde “ben" diye avaz avaz bağırarak evlerini, yedikleri yemekleri, sevgililerini, kocalarını, falan anlatmaya başladılar. Eskinin mahallede tanınmak olayı, şimdilerde basında tanınmak şeklinde tezahür ediyor.