12.11.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - "(…) Biz seninle çok farklıydık ve bu farklılığımız yüzünden birbirimiz için öylesine tehlikeliydik ki...” Böyle yazmıştı Kafka babasına asla ulaşmayan mektubunda. “Buradayız” ve “Uyku Krallığı” kitaplarıyla tanıdığımız Kerem Eksen de üçüncü romanında çatışmalı baba-oğlu ilişkisi üzerinden bir aile hikâyesi anlatıyor. Hayatın içinde görüp görülecek ne varsa, okuyucuya aynı sahicilikle aktarılıyor. Hastalıklar, sıralı-sırasız ölümler, huzursuzluklar, kaygılar… Kerem Eksen ile “Ölümden Uzak Bir Yer” üzerine konuştuk.
■ “Ölümden Uzak Bir Yer” ile Attilâ İlhan Roman Ödülü’nün sahibi oldunuz. Ödül neler hissettirdi size?
Hoş bir duygu tabii. İlk kez başıma geldiği için de hayatımda özel bir yeri oldu bu ödülün. Öte yandan birçok insan gibi ben de sanat eserlerinin gerçek mânâda birbirleriyle yarışmalarının mümkün olmadığını, dolayısıyla ödüllere hayati önem atfedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ama neticede ödüllerin bazı pratik sonuçları var: Böyle bir ödülle taltif edilmek demek, kitabınızın bir adım öne çıkması, belki normal akışta onu fark etmeyecek belli bir okur grubunun da ilgisini kazanması demek. Bu da yeni ve beklenmedik karşılaşmaların yaşanması için bir fırsat. Özellikle bu açıdan memnun oldum ödüle.
■ Dünyaya çocuk getirme daha çok anne ve annenin lohusa depresyonu üzerinden irdelendi. Bu romanda baba karakteri Sait, ilk çocuğundan sonra epey bocalıyor ve rutinini özlüyor.
Öyle denebilir ama bu biraz da beklemedikleri bir zorlukla karşılaşmış olmalarından, yani çocuğun sürekli ağlamasından kaynaklanıyor. Bu romanın odağında baba ile oğulun ilişkisi olduğu için bu tür dalgalanmaların yeri önemli. Benim açımdan dönüm noktası Sait’in bu zorluğa dayanamayıp evden kaçması ve dışardaki dünyayla karşılaşması. Bu karşılaşma ona nasıl bir durumun içinde olduğunu, hayattaki konumunun artık ne olduğunu fark ettiriyor bir yerde. Eve döndüğünde de ilginç bir şekilde manzara değişmiş, yeni bir aşamaya geçilmiş oluyor.
■ Romandaki baba-oğul ilişkisinden çıkan sonuç şu ki birbirimizi dinlemiyor ve anlamıyoruz. Oysa edebiyatın, kurmacanın böyle bir pozitif yanı var. Empati kuruyor ve onaylamasak da anlıyoruz roman karakterlerini…
Evet, romanlar bir anlamda insan ilişkileri ve insanlık durumlarına dair repertuvarımızı genişletmemizi sağlıyor. Bunun da en önemli nedeni, iyi romanların yaşamda olup bitenleri herhangi bir yargılamaya gitmeden ve bizden böyle bir yargılama beklemeden önümüze sermesi. Bizim için hayati önemde olan ahlaki duruşlarımız ya da siyasi konumlarımız, gerçekten iyi bir roman okuduğumuzda büyük ölçüde devre dışı kalıyor. Zira iyi bir roman bize hayatın bu ahlaki ya da siyasi duruşlara sığmayan çoğul, çelişkili, açmazlarla dolu boyutlarını anlatır. Bunun da insanlarla ilgili bakış açımızı genişlettiğini söyleyebiliriz.
Ölümün kol gezdiği bir roman “Ölümden Uzak Bir Yer”. Tıpkı bu hayat gibi. “İnsan gençken gittiği cenazelerde hızla büyür” deniyor ya hikâyede. Acılar da büyütüyor hatta yaşlandırıyor…
Cenazelerin insanları bir nebze de olsa olgunlaştırdığını düşünmüşümdür hep. Neticede bir cenaze, günlük koşuşturmalarımıza bir an için ara verip aslında hepimizin yaşamında ortak olan bir şeye, ölümlülüğe şahit olduğumuz, kısa süreliğine de olsa her şeyin sonlu olduğu fikrine odaklandığımız bir ortam. Ölmüş olan kişiyi pek tanımıyor olsak bile etkileyici bir deneyim bu açıdan. Çocuklukta ya da gençlikte, hele de ilk kez gidilen cenazelerde bu etki daha da büyük olabiliyor, en azından benim kişisel deneyimim böyle. Zira böyle zamanlarda, bizden çok uzak olduğunu düşündüğümüz ve muhtemelen üzerinde pek düşünmediğimiz ölüm fikriyle ani ve dokunaklı bir karşılaşma yaşıyoruz. Bu da büyümenin anlamlı bir parçası olsa gerek.