12.06.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Kızkardeşimin cesedi ise ortada yoktu. Ama babamın cesedinin kıyıya vurmasından on gün kadar sonra da kardeşimin cesedi değil ama giysilerinden bazıları aynı yerde sahile vurmuştu. Tabii bu çok derin bir acıya yol açmıştı. Annemin ölümüne belki hepimiz bir ölçüde hazırlıklıydık ama babamla kardeşimin ölümü, bizi müthiş bir kedere boğmuştu. Çok uzun süre hiçbirimiz kendimize gelememiştik. Her gün acıyla, üzüntüyle yataktan kalkıyor ve ağlayarak, somurtarak, kadere lanetler yağdırarak güne başlıyorduk. Bu böyle uzun süre devam etti. Neden sonra amcam bir gün beni ve ailesini bir araya toplayıp ölenlerle ölünmeyeceğini, hayatın devam etmekte olduğunu, güçlü olmamız ve yaşama bağlanmamız gerektiğini anlattı. Kaybettiklerimizin ruhlarının bu şekilde üzülerek, lanetler yağdırarak değil, bizim mutlu ve yaşama bağlandığımızı görerek rahatlayacağını söyledi. Böylece başta ben olmak üzere hepimiz silkinip, kaldığımız yerden hayatımıza devam etmeye başladık.
İstanbul’da büyük amcamın yanında okula devam ettim. Okul tatillerinde ise Bodrum’a küçük amcamın yanına gitmek benim için mutlulukların en büyüğüydü. Tatil günlerini iple çeker olmuştum. Özellikle sömestr tatillerinde Bodrum benim için vazgeçilmezdi. Onun küçük bahçesinde mandalinalarla birlikte olur, hasret giderirdim. Tabii bizim devasa bahçemiz yanında küçük amcamın bahçesi oldukça mütevazı kalıyordu. Ama yine de mandalinalara kavuşmak müthiş bir keyif oluyordu benim için. Böylece günler, haftalar, aylar ve yıllar birbirini kovaladı. Ben ne ailemi, ne mandalinaları unutabildim. Sırf mandalinalara olan tutkum yüzünden ziraat mühendisliği okumuş ve İstanbul’dan Bodrum’a taşınarak mesleğimi orada icra etmeye karar vermiştim. Beni büyüten beni evladından ayırt etmeyen büyük amcam da ben üniversiteyi bitirir bitirmez yaşamını yitirmişti.
Mis gibi kokulu mandalinalara yeniden kavuşacak olmanın mutluluğuyla Bodrum’daydım artık. Babacığımın bıraktığı yerden devam etmeye kararlıydım.
***
4 Kasım Salı
Büroya uğradım belki Seza’yı görürüm diye ama odasında yoktu. Ortalarda da görünmüyordu. Amir uzaktan kaş göz işareti yapıyordu. Demek istediği, “Durum nedir? Seza’yı ikna edebildin mi?” idi. Ben de “Her şey yolunda,” gibisinden bir baş hareketi yaptım. Çıkmadan önce Zühre’den, önümüzü görmek için şu ana kadar elimizde ne gibi bilgiler olduğunu, isim listesini, yapılacaklara dair bir rapor hazırlamasını istedim. Kimse ortalıkta gözükmediğine, telefonumda herhangi bir arama ve mesaj bulunmadığına göre elde pek bir şey olmadığını anlamak zor değildi.
Sonra da tek başıma aracıma atladığım gibi soluğu Ortakent’te aldım. Kartal Müteahhitlik ve Mimarlık A.Ş.’de… Nedense Meryem Hanım’a takmıştım. O da beni aramamıştı. Önemli bir şey olsa mutlaka arardı ama içimdeki his, o gece Meryem Hanım’ın bir şeyler gördüğü yönündeydi.
Kapı açıktı ve içeride sadece Meryem Hanım’ı görmüştüm. Bilgisayar başında dikkatle ekrana bakıyordu. “Merhaba Meryem Hanım!” dedim. Masanın başında ekrana kilitlenmiş bir şekilde oturan Meryem Hanım sesimi duyunca yerinden sıçradı. “Sizi korkutmak istememiştim ama kapı açıktı, içeri girdim. Affedersiniz.”
“Ay siz kusura bakmayın, dalmışım. İnternette bir habere bakıyordum da…”
“Nasılsınız?”
Hala şaşkınlıkla bana bakıyordu. “Aa, iyiyim iyiyim, buyurun lütfen oturun.”
Gösterdiği koltuğa oturdum. “Size böyle haber vermeden geldim, kusura bakmayın.”
“Aman canım, önemli değil, her zaman haber verme fırsatı bulamıyor insan. Hem siz polis olduğunuz için bazen habersiz, bir tür baskın yapar gibi geliyorsunuzdur sanırım.”
İnceden bir eleştiriydi. Üzerinde durmadım. “Sizi cenazede göremedim, katılmadınız mı?” diye sordum. “Hayır, cenazelere katılamıyorum maalesef. Cenaze görmek beni çok kötü etkiliyor. Biliyorum son yolculuğa uğurlamak falan ama, işte bu ‘son yolculuk’ olayı zaten beni kahrediyor. Sevdiğim ama cenazesine katılamadığım insanların daha sonra mezarına giderek dua ediyorum. Daha çok böyle yapmayı tercih ediyorum. Onunla baş başa kalıp onu anımsamak, sonra onun için dua etmek… O cenaze töreni kakafonisinde bulunmaktansa, yalnız tören daha uygun geliyor.”
***
İlginç bir açıklamaydı; hiç böylesini duymamıştım. Bunu düşünürken, Meryem Hanım, “Ne alırdınız?” diye sordu. “Çok teşekkür ederim almayayım, yeterince aldım.”
“Sizi dinliyorum o zaman.”
“Meryem Hanım, geçen gece Bodrum’da yemek yerken, bizim masaya bakan siz miydiniz?”
“Hangi gece?”
Yanlış cevap. Sanki başka gece de bizim masaya bakmış gibi anlamsız bir soruydu. “Pazar gecesi. Peşinizden geldim ama yetişemedim, arabaya binip gitttiniz.”
“Ha evet, Bodrum’daydım haklısınız, sizi gördüm ve masada çok benzettiğim birisi vardı. O nedenle dikkatle bakmıştım.”
“Üç kişiydik. Kimi benzettiniz acaba?”
Meryem Hanım biraz düşündükten sonra, “Sizin karşınızda oturuyordu.” dedi.
“Evet.”
“Kimdi acaba o kişi? Birisine benzettim de onun için dikkatle baktım. Sonra sizin baktığınızı görünce utandım ve hemen ayrıldım.”
“O benim arkeolog arkadaşım Barbaros’un bir arkadaşı. Adı David, bir İngiliz, o da arkeolog…”
“Emin olmak için biraz dikkatle baktım. Rahatsız ettiysem özür dilerim.”
“Yok canım ne rahatsızlığı, ne demek…”
“Hani size Şevki Bey birisiyle konuşuyordu demiştim; bir kaçakçılık lafı duymuştum dedim; hatırladınız mı?”
“Evet, gayet iyi hatırlıyorum. Not almıştım zaten.”
“İşte, kapı aralığından gördüğüm kişiye benzettim, o akşam sizin masanızda oturanı…”
“Öyle mi? Çok ilginç.”
“Evet, çok benziyordu. Hatta o gün giydiği kılık kıyafeti bile tıpatıp uyuyordu.”
ARKASI YARIN...